Hile mi Gerçek mi? Bu konu tartışılıyor. NBC 33 kanalında ilk kez yayını yapılan yaratık şu aralar gündemde

Louisiana Eyaletinde yayın yapan NBC 33 kanalı Morgan şehri yakınlarındaki Berwick bölgesinde bir geyi avcısının ‘yaratığa benzer bir canlının’ fotografını çektiğini haber konusu yaptı. İsmi açıklanmayan avcı yaratığın aniden zıplayarak önüne çıktığını ve bu sırada yere düşen kameranın kırıldığını ancak makinenin içindeki SIM karttan görüntüyü alabildiğini açıkladı. Kanal görüntülerin düzmece olmadığını belirtti.
Görüntüleri inceleyen bazı kimseler basit photoshop hilesi olduğunu iddia ettiler. Bazıları görüntünün 2005 yapımı ‘The Cave’ veya ‘The Descent’ isimli filmlerden kopyalandığını savudular.
Hile mi Gerçek mi? Bu konu tartışılıyor. NBC 33 kanalında ilk kez yayını yapılan yaratık şu aralar gündemde

Louisiana Eyaletinde yayın yapan NBC 33 kanalı Morgan şehri yakınlarındaki Berwick bölgesinde bir geyi avcısının ‘yaratığa benzer bir canlının’ fotografını çektiğini haber konusu yaptı. İsmi açıklanmayan avcı yaratığın aniden zıplayarak önüne çıktığını ve bu sırada yere düşen kameranın kırıldığını ancak makinenin içindeki SIM karttan görüntüyü alabildiğini açıkladı. Kanal görüntülerin düzmece olmadığını belirtti.
Görüntüleri inceleyen bazı kimseler basit photoshop hilesi olduğunu iddia ettiler. Bazıları görüntünün 2005 yapımı ‘The Cave’ veya ‘The Descent’ isimli filmlerden kopyalandığını savudular.
1974 senesinde Romanya’nın Aiud ismli kasabasının 2 km. doğusunda bulunan metal cisim bilim adamlarını şaşırtıyor.

‘Aiud Kaması’ olarak adlandırılan bu metal parça yerin 35 metre altında mamut kemiklerinin bulunduğu bir tabakada ele geçirildiği iddia edilmektedir. Mamutların 33 milyon yıl önce yeryüzünde görülmaya başlandığı ve 11 bin yıl önce
ortadan nesillerini tükenmiş olması bu cismi olağandışı yapmaktadır. Cluj-Napoca Arkeoloji Enstitüsü tarafından
incelenen metalin 12 ayrı elementten oluştuğu ve üzerinin okside olmuş alüminyumla kaplı olduğu rapor edildi.
Alüminyumun üretimi 1808 yıllarına kadar mümkün olmamıştır.Alüminyumun üretemi için ancak yüksek fırınlarde elde edilebilecek ısılar gerekmekte ve laboratuvar ortamında bir takım kimyasal işlemler uygulanmaktadır(saklısite).
Mamut kemikleri ile beraber aynı katmanda bulunan bu kama en az 11 bin yaşında olmalıdır. Araştırmayı yapan bilim adamları cismin bir çekiç başını anımsattığına vurgu yapmaktalar. Bazıları ise bunu bir iniş takımının ayaklarına benzetmekteler. İkinci görüşü savunanlar metalin eski devirleri ziyaret eden bir uzay gemisinden veya zaman makinesinden düştüğü konusunda nerede ise hem fikirler.(saklısite).
SAKLI SİTE olarak cismin bir kama, çekiç başına benzese de öyle olamadığına inanmaktayız. Bu parça bir uzay gemisi veya yolcu taşıyan aracın iniş takım ayağı da olamayacak kadar zayıf metallerden yapılmıştır. Ancak dikkatlice resme bakılırsa bunu bir çekiç başı değil tank paleti gibi bir dişli sisteminin bir dişi olduğu anlaşılmaktadır. Eğer buluş gerçekse (-ki sergilenmiyor olması akla iki şeyi getirmektedir; bunlardan biri haberi asparagas olması, diğeri ise cismin klasik tarihleme kalıplarına uymayan milyonlarca cisimden bir olmasıdır) bizim Mars aracı Spirit’in bir benzeri on binlerce yıl önce dünyada geziniyor demektir
1974 senesinde Romanya’nın Aiud ismli kasabasının 2 km. doğusunda bulunan metal cisim bilim adamlarını şaşırtıyor.

‘Aiud Kaması’ olarak adlandırılan bu metal parça yerin 35 metre altında mamut kemiklerinin bulunduğu bir tabakada ele geçirildiği iddia edilmektedir. Mamutların 33 milyon yıl önce yeryüzünde görülmaya başlandığı ve 11 bin yıl önce
ortadan nesillerini tükenmiş olması bu cismi olağandışı yapmaktadır. Cluj-Napoca Arkeoloji Enstitüsü tarafından
incelenen metalin 12 ayrı elementten oluştuğu ve üzerinin okside olmuş alüminyumla kaplı olduğu rapor edildi.
Alüminyumun üretimi 1808 yıllarına kadar mümkün olmamıştır.Alüminyumun üretemi için ancak yüksek fırınlarde elde edilebilecek ısılar gerekmekte ve laboratuvar ortamında bir takım kimyasal işlemler uygulanmaktadır(saklısite).
Mamut kemikleri ile beraber aynı katmanda bulunan bu kama en az 11 bin yaşında olmalıdır. Araştırmayı yapan bilim adamları cismin bir çekiç başını anımsattığına vurgu yapmaktalar. Bazıları ise bunu bir iniş takımının ayaklarına benzetmekteler. İkinci görüşü savunanlar metalin eski devirleri ziyaret eden bir uzay gemisinden veya zaman makinesinden düştüğü konusunda nerede ise hem fikirler.(saklısite).
SAKLI SİTE olarak cismin bir kama, çekiç başına benzese de öyle olamadığına inanmaktayız. Bu parça bir uzay gemisi veya yolcu taşıyan aracın iniş takım ayağı da olamayacak kadar zayıf metallerden yapılmıştır. Ancak dikkatlice resme bakılırsa bunu bir çekiç başı değil tank paleti gibi bir dişli sisteminin bir dişi olduğu anlaşılmaktadır. Eğer buluş gerçekse (-ki sergilenmiyor olması akla iki şeyi getirmektedir; bunlardan biri haberi asparagas olması, diğeri ise cismin klasik tarihleme kalıplarına uymayan milyonlarca cisimden bir olmasıdır) bizim Mars aracı Spirit’in bir benzeri on binlerce yıl önce dünyada geziniyor demektir
Hristiyan ve müslüman anlatıları içinde belki de en ilgi çekicisi Yedi Uyurlara ait olanıdır. Hikaye kendi içinde bir gizemi saklamaktadır. Kulağa hoş gelen bu anlatının arkasındaki gerçek neydi?
Hıristiyanlığın Roma Devleti içine iyice yayılmaya başladığı sıralarda yedi Romalı askerin başından geçen ve “Yedi Uyurlar-Seven Sleepers” olarak bilinen bir anlatı hem Hıristiyanlık ve hem de Müslümanlık inanışlarında ölümden sonra dirilişe örnek olarak anlatılmaktadır. İslam dininde “Eshab-ı Kehf – Mağara İnsanları” olarak bilinen bu efsaneden Kehf süresi söz etmektedir.
M.S. 67 yılında Efes kentine gelen İsa’nın havarilerinden Aziz Paulus, üç buçuk yıl burada Hıristiyanlığı yaymak için mücadele etmiştir. Önceleri Romalı yöneticiler bu dinin yayılmasına aldırış etmemişler ve kendileri için tehlikeli bulmamışlarsa da, gittikçe yaygınlaşması ve kitlelere mal olası Romalıları korkutmaya başlamıştır. 249 yılında başa geçen İmparator Decius, devletinin birliğini tehlikede görerek bu yeni dinin taraftarlarına karşı şiddet ve baskı devrini başlatacaktır. Öncelikle bu dini gizli bir örgütleme; devlet birliğini bozmaya yönelik bir suikast girişimi olarak kabul ederek yeni Hıristiyanları ağır bir biçimde cezalandırmak için elinden geleni yapmaya başladı. Artık Roma dininin gereklerinin yerine getirilip getirilmediği sık bir biçimde takip ediliyordu. Bu yükümlülüklerden kaçınanlar derhal cezalandırılıyorlardı. Roma mahkemeleri Hıristiyanları sorgusuz sualsiz yargılayarak mahkum ediyor, işkence uygulamalarına göz yumuluyordu. Bir yandan da Hıristiyanlıktan dönenler “liberlus” denilen bir resmi belge ile bazı ayrıcalıkla tanınarak ödüllendiriliyor ve teşvik ediliyordu.
İşte tam bu sırada Efes kentinde yaşayan altı genç artık dayanılmaz olan bu baskıdan kaçarak dağlara sığınmaya; dinlerinin gereğini olan ibadetlerini burada her türlü baskıdan uzakta gerçekleştirmeye karar verdiler. Bir Ağustos günü kentten gizlice ayrılarak yola koyuldular. Sığınacak bir yer aramaya başladılar. Tam bu sırada karşılarına bir çoban denk geldi. Çobana dertlerini anlattılar. Kendisi de Hıristiyan olmuş ve baskıdan bıkmış olan çoban “- Eğer beni de aranıza alırsanız, bildiğim bir mağara var sizi oraya götürürüm” dedi. Çobanın yanındaki Kıtmir imindeki köpek de gruba katılarak mağaraya doğru yürümeye başladılar. Ne kadar köpeği kovdularsa da, köpek bir türlü yanlarından ayrılmak istemedi. Böylece yanlarında köpek ile birlikte yedi genç mağaraya ulaştılar.
Mağarada uykuya daldılar. Böylece İmparatorun bir ferman ile ilan ettiği Putperest Kurban törenine katılmaktan kurtulmuşlardı. Ama Romalı askerler de bu arada boş durmayacaklardır. Her ihtimale karşı Hıristiyanlar törenden kaçmasınlar diye gördükleri her mağaranın ağzını taşlarla kapatacaklardır. Böylece uyur halde bulunan gençler ve köpek mağara içerisinde kapalı kalacaklardır.
Yedi Uyurların ne kadar süre ile mağarada uyur vaziyette kaldıkları bilinmemekle birlikte Kur’anın Kehf süresinin 25 nci ayetinde 309 sene olduğu söylenmektedir. Hıristiyan tradisyonları ise 200 sene uyuduklarını iddia etmektedir.
Bu süre içinde İmparator ölmüş, Hıristiyanlar üzerindeki baskı kalkmış, herkes yeni dini geliştirmenin yollarını armaya başlamıştır. Gençler bir sonbahar günü (27 Temmuz, 3 Ağustos veya 22 Ekim) uyanılar. Kur’anda mağara içinde geçen süre söyle anlatılmaktadır:
“Bakarsan onları uyanık sanırsın. Halbuki onlar uyumaktadırlar. Biz onları sağ ve sol tarafa çevirir ve döndürürüz. Köpekleri de iki kolunu kapı tarafına uzatmış vaziyettedir”
Ancak bu görünüş pek doğal olmamalıydı ki, Kur’an mağara içinde korkunç bir manzaranın yaşandığını şu şekilde anlatmaktadır:
“Eğer onların bu halini görseydin mutlaka onlara sırtını döner, kaçar; onların bu hallerinden dolayı için korku ile dolardı.”
En sonunda gençler uyanır ve birbirleriyle konuşmaya başlarlar: “ Ne kadar süre burada kaldık” der biri. Diğerleri “bir gün veya daha kısa bir süre” diye cevap verirler. Mağarada kısa bir süre kaldıklarına inana gençler iyice açıkmışlar ve kente inmekten de korkmaktadırlar. Aralarından birini; Yemliha’yı yiyecek alması için kente göndermeye karar verirler. Yemliha elinde üç yüz sene öncesinin parası ile olanlardan habersiz yola çıkar. Yola Hıristiyan hacıları görse bile uyku sersemi onlara kafasını vermez. Ancak kente girerken giriş kapısı üzerindeki haç figürünü görünce, bir gün içinde nasıl olur da bu kadar çok şeyin değişmiş olabileceğine oldukça şaşırır. Ancak kendi açlığı ve arkadaşlarının beklemesi sebebiyle pek inceleme yapmadan doğrudan bir fırına girerek elindeki parayı fırıncıya uzatarak ondan bir ekmek ister. Fırıncı artık tedavülden kalkmış gümüş sikkeye bir bakar “her halde bu adam hazine bulmuş olacak” diyerek etrafı birbirine katar. Hemen üzerinde İmparator Decius’un resminin bulunduğu parayı Romalı askerlere götürür. Polisler Yemliha’yı hazinenin yerini söylemesi için sıkıştırırlar. Yemliha olanlara anlam veremez. Başından geçenleri anlatır. İyice korkuya kapılmış olan genç “Beni İmparator Decius’a götürün, ona her şeyi anlatacağım” der. Çevresindeki şaşkın kalabalık Decius’un iki yüz yıl kadar önce öldüğünü söylerler. Yeni İmparator genci heyecanla karşılar, öyküsünü dinler. Yuhanna kilisesinden bir rahibi de beraberlerine alarak İmparator, Yemliha ve Efes halkı mağaraya giderler.
Bu noktadan sonra efsaneler değişik anlatımlarda bulunmaktadırlar. Birine göre, İmparator diğer gençleri ve köpeği bularak yanına alır, onları kutsayarak ölene kadar sarayında onlara bakar. Diğer bir efsaneye göre ise İmparator ve Yemliha mağaraya gelince; Yemliha önden içeriye girer; yanındakiler korkuya kapılarak giremezler, İmparatorun emretmesi üzerine girmek zorunda kalırlar ve yedi genci köpek ile birlikte uyur vaziyette görürler. Ruhları olmadan ve bedenleri bozulmadan uyuyan gençlere dokunmadan mağaranın yanında bir abide dikerler. Bir başka inanışa göre de, mağara içine girenler hiç bir şey bulamazlar. Yemliha da kaybolur.
Yedi Uyurlar efsanesinin bilindiği ve anlatıldığı her yerde mutlaka bir “Yedi Uyurlar Mağarası” bulunmakta ve buranın gerçek mağara olduğu iddia edilmektedir. İran’da Kiev’de, Fransa’da, İtalya’da, Hindistan’da ve daha bir çok değişik din gruplarının bulunduğu ülkelerde bulunduğu iddia edilen mağaraların en ünlüsü mutlak suretle hikayede adı geçen Efes’deki Panayır Dağı’nın güneyindeki mağaradır. Türkiye’de Afşin, Kahramanmaraş, Tarsus, Antalya ve Urfa’da gene bu efsane ile ilişkilendirilen mağaralar, bölge halklarınca gerçek “Eshab-ı Kehf Mağaraları” olarak kabul edilmektedirler. Yedi Uyurlara ilişkin inanış o kadar etkilidir ki, Çin’de Buddha Tapınağı olarak bilinen bazı mağaralar, burada bulunan Müslüman halk tarafından “Yedi Uyurlar Mağarası olarak sık sık ziyaret edilmektedir.
İslam inanışına göre öykünün kahramanları olan yedi gencin adları; aralarında en büyükleri ve sözcüleri Mekselima, diğrleri Yemliha, Mernuş, Saznuş, Debernuş, Meslina ve Kefeştatayyuş’tur. Hıristiyanlar arasında ise gençler Maximilianos, Iamvlichos, Martinianos, Dionysios, Antoninos, Constantinos and Exacustodianos olarak adlandırılmaktadır. Köpeğin ismi her iki dinde de Kıtmir olarak geçmektedir.
Yedi Uyurların hangi tarihte yaşadıkları tam olarak bilinmemekle birlikte çoğunlukla M.S. 250 yılında uykuya yattıkları kabul edilmektedir. Ancak bazı araştırmacılara göre efsane Hıristiyanlık dinin açığa çıkmasından çok önceleri de anlatılmaktadır. Hıristiyanlık dininin bu efsaneyi kendi bünyesine aldığı savunulmuştur. Bazı din alimlerine göre yedi genc İsa’nın tarih sahnesine çıkmasından çok önceleri uykuya daldığını, ancak Hıristiyanlığın yayılması sırasında bu dinin unsuru olan yediden dirilmeyi kanıtlamak için Tanrı tarafından ortaya çıkarılmışlardır.
Eshab-ı Kehf inanışına benzer daha bir çok inanış vardır. Bunlardan birine göre Havarilerden biri olayın geçeceği kente girmek istediği bir sırada, kapı nöbetçilere tarafından kendisine kapıda bulunan putlardan birine tapması söylenir. Bu teklif üzerin Havari kente girmekten vazgeçer ve civarda bulunan hamamlardan birinde çalışmaya başlar. Etrafına bir çok Hıristiyan toplanır. Bir gün İmparatorun oğlu yanında bir kadınla hamama girmek isteyince, Havari onun bu onursuz davranışını kınayarak kovar. Ama İmparatorun oğlu bir yolunu bularak hamama girecek ve yanındaki kadınla birlikte burada ölecektir. İmparator ölümü bu genç havariden bilir ve peşine öldürmek için adamlarını takar. Havari taraftarlarının bulunduğu bir çiftlik evine kaçar. Burada çiftçi de kendisine katılır. Çiftçi ve havari yanlarında bir köpek ile bir mağaraya saklanırlar. Burada uykuya dalan gençlerin üzerine Tanrı görünmez bir örtü çeker. Askerle mağarayı bulur ancak bir türlü içeri giymeyi başaramazlar. İçerdekileri öldürmek için mağaranın ağzını taşlarla örerler ve çekip giderler. Uzun seneler sonra kaybettiği kuzusunu arayan bir çoban mağarayı bulur girişteki taşları temizler ve içeri girdiğinde gençler uyanırlar. Acıktıkları için içlerinden birini ekmek almak için kente gönderirler. Gerisi bilinen hikaye…
Bir başka rivayete göre ise Eshab-ı Kehf Hıristiyanlığı kabul eden bir grup Romalıdır. Bir mağarada ibadet ederken uyuya kalmış ve yıllarca uyumuşlardır. Hıristiyanlar arasında ruh ve bedenin nasıl dirileceği konusunda şiddetli tartışmalar yaşandığı bir sırada, hükümdarları işin kötüye gideceğini anlayarak Tanrıya bu tartışmaları kesmek için bir örnek göstermesi konusunda yalvarır. Bunun üzerine Tanrı, Eshab-ı Kehf’i diriltecektir.
Bunun gibi daha bir çok anlatıyı derlemek mümkündür. Kuran’ın Bakara Suresinin 256 ncı ayetinde yüz sene eşeği ile çöken bir yapının altında kalan ve daha sonra dirilen bir adamdan bahsedilir. Eshab-ı Kehf’in nasıl olur da hiç bozulmadan üç yüz yıl mağarada kaldığı, olayın gerçek olup olmadığı tartışılmıştır.
Zaman içinde yolculuk yapmak artık bilim çevrelerinde de çok tartışılan konulardandır. Gençler mağara içinde manyetik bir çekimin etkisi ile uykuya dalmışlar ve zaman içinde bir sıçrama yapmış olmalıdırlar. Eskinin bir çok efsanesinde mağaraların bu çeşit yolculuklar için çok müsait yerler olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.
Heredot , İskit rahibi olan Zalmoxis’in yer altında üç yıl boyunca yaşadığını; müritlerinin ondan ümidi iyice kesip yas tutmaya başladıkları dördüncü sene ortaya çıktığını anlatmaktadır ( Tarih IV:95 ). Gılgameş destanında da güneşin hareketine bağlı olarak bir perde ile kapatılmış ağzı olan Meşu Dağından bahsedilir. Eski Hindu, Türk ve Moğol destanlarında mağara ve yer altlarında zamanın bir su gibi hızla aktığı kabul edilmektedir.
1382 yılında İsviçre’de bir kış mevsimi evinde uyuyan Olaf Bjornson ilkbaharda, tabiat uyanırken uyanmıştır. Kendisinin yıllar önce kaybolduğuna inanan insanlarla karşılaştığında Olaf önceleri olanlara bir alam verememiştir. Çevresindeki insanlardan evi ile birlikte sekiz yıl kadar önce gözden kaybolduğunu öğrenmiştir. Gene bir kış günü Olaf evi ile birlikte ortadan kaybolmuştur. Sekiz yıl son hiç ihtiyarlamadan yeniden uyanan Olaf çevresindeki insanların ilgi kaynağı olacaktır. Ev hiç bozulmamış, Olaf genç kalmıştır. Ancak bir gün sonra Olaf ölür ve olay da unutulur.
Almaya’da uykuya dalan bir başka çift Hans Schmidt ve 1723 yılında İngiltere’de Thomas Durst isimli kişiler uyandıklarında üç yıl gibi uzun bir zamanın geçmiş olduğunu görmüşlerdir.
Evliyaların da uzun süreler mağaralarda ibadete daldıkları, yıllarca yanlarına hiç yiyecek almadan dağlarda yaşadıkları anlatılır.
Acaba tüm bu anlattıklarımız Eskilerin bizim bilmediğimiz bilimleri sayesinde zaman içinde ileriye doğru yol alabildiklerinin bir sonucu mudur?
Hristiyan ve müslüman anlatıları içinde belki de en ilgi çekicisi Yedi Uyurlara ait olanıdır. Hikaye kendi içinde bir gizemi saklamaktadır. Kulağa hoş gelen bu anlatının arkasındaki gerçek neydi?
Hıristiyanlığın Roma Devleti içine iyice yayılmaya başladığı sıralarda yedi Romalı askerin başından geçen ve “Yedi Uyurlar-Seven Sleepers” olarak bilinen bir anlatı hem Hıristiyanlık ve hem de Müslümanlık inanışlarında ölümden sonra dirilişe örnek olarak anlatılmaktadır. İslam dininde “Eshab-ı Kehf – Mağara İnsanları” olarak bilinen bu efsaneden Kehf süresi söz etmektedir.
M.S. 67 yılında Efes kentine gelen İsa’nın havarilerinden Aziz Paulus, üç buçuk yıl burada Hıristiyanlığı yaymak için mücadele etmiştir. Önceleri Romalı yöneticiler bu dinin yayılmasına aldırış etmemişler ve kendileri için tehlikeli bulmamışlarsa da, gittikçe yaygınlaşması ve kitlelere mal olası Romalıları korkutmaya başlamıştır. 249 yılında başa geçen İmparator Decius, devletinin birliğini tehlikede görerek bu yeni dinin taraftarlarına karşı şiddet ve baskı devrini başlatacaktır. Öncelikle bu dini gizli bir örgütleme; devlet birliğini bozmaya yönelik bir suikast girişimi olarak kabul ederek yeni Hıristiyanları ağır bir biçimde cezalandırmak için elinden geleni yapmaya başladı. Artık Roma dininin gereklerinin yerine getirilip getirilmediği sık bir biçimde takip ediliyordu. Bu yükümlülüklerden kaçınanlar derhal cezalandırılıyorlardı. Roma mahkemeleri Hıristiyanları sorgusuz sualsiz yargılayarak mahkum ediyor, işkence uygulamalarına göz yumuluyordu. Bir yandan da Hıristiyanlıktan dönenler “liberlus” denilen bir resmi belge ile bazı ayrıcalıkla tanınarak ödüllendiriliyor ve teşvik ediliyordu.
İşte tam bu sırada Efes kentinde yaşayan altı genç artık dayanılmaz olan bu baskıdan kaçarak dağlara sığınmaya; dinlerinin gereğini olan ibadetlerini burada her türlü baskıdan uzakta gerçekleştirmeye karar verdiler. Bir Ağustos günü kentten gizlice ayrılarak yola koyuldular. Sığınacak bir yer aramaya başladılar. Tam bu sırada karşılarına bir çoban denk geldi. Çobana dertlerini anlattılar. Kendisi de Hıristiyan olmuş ve baskıdan bıkmış olan çoban “- Eğer beni de aranıza alırsanız, bildiğim bir mağara var sizi oraya götürürüm” dedi. Çobanın yanındaki Kıtmir imindeki köpek de gruba katılarak mağaraya doğru yürümeye başladılar. Ne kadar köpeği kovdularsa da, köpek bir türlü yanlarından ayrılmak istemedi. Böylece yanlarında köpek ile birlikte yedi genç mağaraya ulaştılar.
Mağarada uykuya daldılar. Böylece İmparatorun bir ferman ile ilan ettiği Putperest Kurban törenine katılmaktan kurtulmuşlardı. Ama Romalı askerler de bu arada boş durmayacaklardır. Her ihtimale karşı Hıristiyanlar törenden kaçmasınlar diye gördükleri her mağaranın ağzını taşlarla kapatacaklardır. Böylece uyur halde bulunan gençler ve köpek mağara içerisinde kapalı kalacaklardır.
Yedi Uyurların ne kadar süre ile mağarada uyur vaziyette kaldıkları bilinmemekle birlikte Kur’anın Kehf süresinin 25 nci ayetinde 309 sene olduğu söylenmektedir. Hıristiyan tradisyonları ise 200 sene uyuduklarını iddia etmektedir.
Bu süre içinde İmparator ölmüş, Hıristiyanlar üzerindeki baskı kalkmış, herkes yeni dini geliştirmenin yollarını armaya başlamıştır. Gençler bir sonbahar günü (27 Temmuz, 3 Ağustos veya 22 Ekim) uyanılar. Kur’anda mağara içinde geçen süre söyle anlatılmaktadır:
“Bakarsan onları uyanık sanırsın. Halbuki onlar uyumaktadırlar. Biz onları sağ ve sol tarafa çevirir ve döndürürüz. Köpekleri de iki kolunu kapı tarafına uzatmış vaziyettedir”
Ancak bu görünüş pek doğal olmamalıydı ki, Kur’an mağara içinde korkunç bir manzaranın yaşandığını şu şekilde anlatmaktadır:
“Eğer onların bu halini görseydin mutlaka onlara sırtını döner, kaçar; onların bu hallerinden dolayı için korku ile dolardı.”
En sonunda gençler uyanır ve birbirleriyle konuşmaya başlarlar: “ Ne kadar süre burada kaldık” der biri. Diğerleri “bir gün veya daha kısa bir süre” diye cevap verirler. Mağarada kısa bir süre kaldıklarına inana gençler iyice açıkmışlar ve kente inmekten de korkmaktadırlar. Aralarından birini; Yemliha’yı yiyecek alması için kente göndermeye karar verirler. Yemliha elinde üç yüz sene öncesinin parası ile olanlardan habersiz yola çıkar. Yola Hıristiyan hacıları görse bile uyku sersemi onlara kafasını vermez. Ancak kente girerken giriş kapısı üzerindeki haç figürünü görünce, bir gün içinde nasıl olur da bu kadar çok şeyin değişmiş olabileceğine oldukça şaşırır. Ancak kendi açlığı ve arkadaşlarının beklemesi sebebiyle pek inceleme yapmadan doğrudan bir fırına girerek elindeki parayı fırıncıya uzatarak ondan bir ekmek ister. Fırıncı artık tedavülden kalkmış gümüş sikkeye bir bakar “her halde bu adam hazine bulmuş olacak” diyerek etrafı birbirine katar. Hemen üzerinde İmparator Decius’un resminin bulunduğu parayı Romalı askerlere götürür. Polisler Yemliha’yı hazinenin yerini söylemesi için sıkıştırırlar. Yemliha olanlara anlam veremez. Başından geçenleri anlatır. İyice korkuya kapılmış olan genç “Beni İmparator Decius’a götürün, ona her şeyi anlatacağım” der. Çevresindeki şaşkın kalabalık Decius’un iki yüz yıl kadar önce öldüğünü söylerler. Yeni İmparator genci heyecanla karşılar, öyküsünü dinler. Yuhanna kilisesinden bir rahibi de beraberlerine alarak İmparator, Yemliha ve Efes halkı mağaraya giderler.
Bu noktadan sonra efsaneler değişik anlatımlarda bulunmaktadırlar. Birine göre, İmparator diğer gençleri ve köpeği bularak yanına alır, onları kutsayarak ölene kadar sarayında onlara bakar. Diğer bir efsaneye göre ise İmparator ve Yemliha mağaraya gelince; Yemliha önden içeriye girer; yanındakiler korkuya kapılarak giremezler, İmparatorun emretmesi üzerine girmek zorunda kalırlar ve yedi genci köpek ile birlikte uyur vaziyette görürler. Ruhları olmadan ve bedenleri bozulmadan uyuyan gençlere dokunmadan mağaranın yanında bir abide dikerler. Bir başka inanışa göre de, mağara içine girenler hiç bir şey bulamazlar. Yemliha da kaybolur.
Yedi Uyurlar efsanesinin bilindiği ve anlatıldığı her yerde mutlaka bir “Yedi Uyurlar Mağarası” bulunmakta ve buranın gerçek mağara olduğu iddia edilmektedir. İran’da Kiev’de, Fransa’da, İtalya’da, Hindistan’da ve daha bir çok değişik din gruplarının bulunduğu ülkelerde bulunduğu iddia edilen mağaraların en ünlüsü mutlak suretle hikayede adı geçen Efes’deki Panayır Dağı’nın güneyindeki mağaradır. Türkiye’de Afşin, Kahramanmaraş, Tarsus, Antalya ve Urfa’da gene bu efsane ile ilişkilendirilen mağaralar, bölge halklarınca gerçek “Eshab-ı Kehf Mağaraları” olarak kabul edilmektedirler. Yedi Uyurlara ilişkin inanış o kadar etkilidir ki, Çin’de Buddha Tapınağı olarak bilinen bazı mağaralar, burada bulunan Müslüman halk tarafından “Yedi Uyurlar Mağarası olarak sık sık ziyaret edilmektedir.
İslam inanışına göre öykünün kahramanları olan yedi gencin adları; aralarında en büyükleri ve sözcüleri Mekselima, diğrleri Yemliha, Mernuş, Saznuş, Debernuş, Meslina ve Kefeştatayyuş’tur. Hıristiyanlar arasında ise gençler Maximilianos, Iamvlichos, Martinianos, Dionysios, Antoninos, Constantinos and Exacustodianos olarak adlandırılmaktadır. Köpeğin ismi her iki dinde de Kıtmir olarak geçmektedir.
Yedi Uyurların hangi tarihte yaşadıkları tam olarak bilinmemekle birlikte çoğunlukla M.S. 250 yılında uykuya yattıkları kabul edilmektedir. Ancak bazı araştırmacılara göre efsane Hıristiyanlık dinin açığa çıkmasından çok önceleri de anlatılmaktadır. Hıristiyanlık dininin bu efsaneyi kendi bünyesine aldığı savunulmuştur. Bazı din alimlerine göre yedi genc İsa’nın tarih sahnesine çıkmasından çok önceleri uykuya daldığını, ancak Hıristiyanlığın yayılması sırasında bu dinin unsuru olan yediden dirilmeyi kanıtlamak için Tanrı tarafından ortaya çıkarılmışlardır.
Eshab-ı Kehf inanışına benzer daha bir çok inanış vardır. Bunlardan birine göre Havarilerden biri olayın geçeceği kente girmek istediği bir sırada, kapı nöbetçilere tarafından kendisine kapıda bulunan putlardan birine tapması söylenir. Bu teklif üzerin Havari kente girmekten vazgeçer ve civarda bulunan hamamlardan birinde çalışmaya başlar. Etrafına bir çok Hıristiyan toplanır. Bir gün İmparatorun oğlu yanında bir kadınla hamama girmek isteyince, Havari onun bu onursuz davranışını kınayarak kovar. Ama İmparatorun oğlu bir yolunu bularak hamama girecek ve yanındaki kadınla birlikte burada ölecektir. İmparator ölümü bu genç havariden bilir ve peşine öldürmek için adamlarını takar. Havari taraftarlarının bulunduğu bir çiftlik evine kaçar. Burada çiftçi de kendisine katılır. Çiftçi ve havari yanlarında bir köpek ile bir mağaraya saklanırlar. Burada uykuya dalan gençlerin üzerine Tanrı görünmez bir örtü çeker. Askerle mağarayı bulur ancak bir türlü içeri giymeyi başaramazlar. İçerdekileri öldürmek için mağaranın ağzını taşlarla örerler ve çekip giderler. Uzun seneler sonra kaybettiği kuzusunu arayan bir çoban mağarayı bulur girişteki taşları temizler ve içeri girdiğinde gençler uyanırlar. Acıktıkları için içlerinden birini ekmek almak için kente gönderirler. Gerisi bilinen hikaye…
Bir başka rivayete göre ise Eshab-ı Kehf Hıristiyanlığı kabul eden bir grup Romalıdır. Bir mağarada ibadet ederken uyuya kalmış ve yıllarca uyumuşlardır. Hıristiyanlar arasında ruh ve bedenin nasıl dirileceği konusunda şiddetli tartışmalar yaşandığı bir sırada, hükümdarları işin kötüye gideceğini anlayarak Tanrıya bu tartışmaları kesmek için bir örnek göstermesi konusunda yalvarır. Bunun üzerine Tanrı, Eshab-ı Kehf’i diriltecektir.
Bunun gibi daha bir çok anlatıyı derlemek mümkündür. Kuran’ın Bakara Suresinin 256 ncı ayetinde yüz sene eşeği ile çöken bir yapının altında kalan ve daha sonra dirilen bir adamdan bahsedilir. Eshab-ı Kehf’in nasıl olur da hiç bozulmadan üç yüz yıl mağarada kaldığı, olayın gerçek olup olmadığı tartışılmıştır.
Zaman içinde yolculuk yapmak artık bilim çevrelerinde de çok tartışılan konulardandır. Gençler mağara içinde manyetik bir çekimin etkisi ile uykuya dalmışlar ve zaman içinde bir sıçrama yapmış olmalıdırlar. Eskinin bir çok efsanesinde mağaraların bu çeşit yolculuklar için çok müsait yerler olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.
Heredot , İskit rahibi olan Zalmoxis’in yer altında üç yıl boyunca yaşadığını; müritlerinin ondan ümidi iyice kesip yas tutmaya başladıkları dördüncü sene ortaya çıktığını anlatmaktadır ( Tarih IV:95 ). Gılgameş destanında da güneşin hareketine bağlı olarak bir perde ile kapatılmış ağzı olan Meşu Dağından bahsedilir. Eski Hindu, Türk ve Moğol destanlarında mağara ve yer altlarında zamanın bir su gibi hızla aktığı kabul edilmektedir.
1382 yılında İsviçre’de bir kış mevsimi evinde uyuyan Olaf Bjornson ilkbaharda, tabiat uyanırken uyanmıştır. Kendisinin yıllar önce kaybolduğuna inanan insanlarla karşılaştığında Olaf önceleri olanlara bir alam verememiştir. Çevresindeki insanlardan evi ile birlikte sekiz yıl kadar önce gözden kaybolduğunu öğrenmiştir. Gene bir kış günü Olaf evi ile birlikte ortadan kaybolmuştur. Sekiz yıl son hiç ihtiyarlamadan yeniden uyanan Olaf çevresindeki insanların ilgi kaynağı olacaktır. Ev hiç bozulmamış, Olaf genç kalmıştır. Ancak bir gün sonra Olaf ölür ve olay da unutulur.
Almaya’da uykuya dalan bir başka çift Hans Schmidt ve 1723 yılında İngiltere’de Thomas Durst isimli kişiler uyandıklarında üç yıl gibi uzun bir zamanın geçmiş olduğunu görmüşlerdir.
Evliyaların da uzun süreler mağaralarda ibadete daldıkları, yıllarca yanlarına hiç yiyecek almadan dağlarda yaşadıkları anlatılır.
Acaba tüm bu anlattıklarımız Eskilerin bizim bilmediğimiz bilimleri sayesinde zaman içinde ileriye doğru yol alabildiklerinin bir sonucu mudur?

Derse giren öğrencisinin vücudunda darp izleri gören öğretmen, çocuğa ailesinin şiddet uyguladığını düşünerek genç kız ile sohbet etti. Önce babasının kendisine şiddet uyguladığını belirten 16 yaşındaki kız, daha sonra ağlayarak, babasının ve annesinin, ablası ile kendisine yaptığı cinsel işkenceleri anlattı.
ŞİDDET İÇEREN 100 CD
Genç kızın anlattıkları karşısında şoke olan öğretmen, hemen durumu okul yönetimine anlattı ve olay, adli makamlara bildirdi. Polis, astsubay V.B.'nin evinde yaptığı aramada, karısının da içinde bulunduğu kızları ile çekilmiş şiddet dolu seks görüntülerinin yer aldığı 100'e yakın CD buldu. Evde bulunan çok sayıda seks oyuncakları, kırbaçlar ve mazoşist dergiler, deri kıyafetlere de el konuldu.
Zile Cumhuriyet Savcılığı'nın yürüttüğü soruşturma kapsamında gözaltına alınan Astsubay V.B. ile karısı H.B.'nin, 19 yaşındaki kızları ile 6 yıldır, 16 yaşındaki kızları ile de son üç yıldır ensest ilişki yaşadıkları iddiası gündeme geldi. "Çocuğa cinsel istismar, darp" suçlamasıyla mahkemeye sevk edilen karı koca tutuklandı. Astsubay olan V.B. Sivas Askeri Cezaevi'ne gönderilirken, karısı H.B. ise Zile Cezaevi'ne konuldu.
V.B.'nin vücudunda çeşitli dövmeler olduğu belirlendi. Bu dövmelerin arasında kızlarının isimleri olduğu görüldü. V.B.'nin, geçen yıl üniversiteyi kazanan 19 yaşındaki büyük kızına, "Hasretine dayanamıyorum" diyerek okulu bıraktırdığı bildirildi.
BABA: KÖTÜ HİSSEDİYORUM
Baba V.B. suçlamaları reddederek, "Ben sadece dövdüm" dedi. Savcının, "Bu görüntüler ne, arşiv yapmışsın" sorusu üzerine V.B., "Kendimi kötü hissediyorum" diyerek ifade vermedi. Anne H.B. ise kızları ile ensest ilişkilerini ayrıntılarıyla anlattı. Savcının, "Neden zamanında yardım istemedin?" sorusuna anne H.B., "Beni öldürür diye korktum" yanıtını verdi. Olayın ortaya çıkması üzerine Tokat Valiliği 2 kardeşi koruma altına aldı.

Derse giren öğrencisinin vücudunda darp izleri gören öğretmen, çocuğa ailesinin şiddet uyguladığını düşünerek genç kız ile sohbet etti. Önce babasının kendisine şiddet uyguladığını belirten 16 yaşındaki kız, daha sonra ağlayarak, babasının ve annesinin, ablası ile kendisine yaptığı cinsel işkenceleri anlattı.
ŞİDDET İÇEREN 100 CD
Genç kızın anlattıkları karşısında şoke olan öğretmen, hemen durumu okul yönetimine anlattı ve olay, adli makamlara bildirdi. Polis, astsubay V.B.'nin evinde yaptığı aramada, karısının da içinde bulunduğu kızları ile çekilmiş şiddet dolu seks görüntülerinin yer aldığı 100'e yakın CD buldu. Evde bulunan çok sayıda seks oyuncakları, kırbaçlar ve mazoşist dergiler, deri kıyafetlere de el konuldu.
Zile Cumhuriyet Savcılığı'nın yürüttüğü soruşturma kapsamında gözaltına alınan Astsubay V.B. ile karısı H.B.'nin, 19 yaşındaki kızları ile 6 yıldır, 16 yaşındaki kızları ile de son üç yıldır ensest ilişki yaşadıkları iddiası gündeme geldi. "Çocuğa cinsel istismar, darp" suçlamasıyla mahkemeye sevk edilen karı koca tutuklandı. Astsubay olan V.B. Sivas Askeri Cezaevi'ne gönderilirken, karısı H.B. ise Zile Cezaevi'ne konuldu.
V.B.'nin vücudunda çeşitli dövmeler olduğu belirlendi. Bu dövmelerin arasında kızlarının isimleri olduğu görüldü. V.B.'nin, geçen yıl üniversiteyi kazanan 19 yaşındaki büyük kızına, "Hasretine dayanamıyorum" diyerek okulu bıraktırdığı bildirildi.
BABA: KÖTÜ HİSSEDİYORUM
Baba V.B. suçlamaları reddederek, "Ben sadece dövdüm" dedi. Savcının, "Bu görüntüler ne, arşiv yapmışsın" sorusu üzerine V.B., "Kendimi kötü hissediyorum" diyerek ifade vermedi. Anne H.B. ise kızları ile ensest ilişkilerini ayrıntılarıyla anlattı. Savcının, "Neden zamanında yardım istemedin?" sorusuna anne H.B., "Beni öldürür diye korktum" yanıtını verdi. Olayın ortaya çıkması üzerine Tokat Valiliği 2 kardeşi koruma altına aldı.
Kim Milyoner Olmak İster? yarışması belki de en ilginç yarışmacılarından birini ağırladı. Yarışmaya Trabzon'dan katılan Ahmet Yeşilyurt rekor kırarak şimdilik tarihe geçti!
"Kim 500 Milyar İster" adlı yarışmaya Trabzon'dan katılan Ahmet Yeşilyurt, ilk soruya 1 dakika içinde yanlış cevap vererek yarışamama rekorunu kırdı.
"Bir yazıyı veya kitabı 'çok kısa sürede okumak' hangi sözlerle ifade edilir?" sorusunun şıkları "a) Bir dikişte b) Bir koşuda c) Bir solukta e) Bir bakışta" şeklindeydi.
Yeşilyurt 5 saniye içinde verdiği "Bir bakışta" cevabıyla yarışmadan elenerek hiç para kazanamadı. Yeşlilyurt'un yanlış cevabı daha bilgisayar ekranına yansımadan hemen
arkasındaki izleyici kadının elleriyle ağzını kapatıp şaşkınlığını gizlememesi de o esnada ekrana yansıdı.
Kenan Işık yarışmacıya önce "Bir solukta demez miyiz Ahmet?" sözleriyle tepki gösterip, sonra da "Belliydi heyecandan zaten. Buralara kadar zahmet ettiniz. İlgi gösterdiniz ama yarışma böyle bir şey. Hiç üzülmeyin" sözleriyle teselli etti.
1 dakika içinde yarışmadan elenen Yeşilyurt beraberinde gelen ailesini de hayal kırıklığına uğrattı. Ev ve araba hayali kuran Yeşilyurt'un eşinin ellerini birbirine vurması dikkat çekti.
haber7
Kim Milyoner Olmak İster? yarışması belki de en ilginç yarışmacılarından birini ağırladı. Yarışmaya Trabzon'dan katılan Ahmet Yeşilyurt rekor kırarak şimdilik tarihe geçti!
"Kim 500 Milyar İster" adlı yarışmaya Trabzon'dan katılan Ahmet Yeşilyurt, ilk soruya 1 dakika içinde yanlış cevap vererek yarışamama rekorunu kırdı.
"Bir yazıyı veya kitabı 'çok kısa sürede okumak' hangi sözlerle ifade edilir?" sorusunun şıkları "a) Bir dikişte b) Bir koşuda c) Bir solukta e) Bir bakışta" şeklindeydi.
Yeşilyurt 5 saniye içinde verdiği "Bir bakışta" cevabıyla yarışmadan elenerek hiç para kazanamadı. Yeşlilyurt'un yanlış cevabı daha bilgisayar ekranına yansımadan hemen
arkasındaki izleyici kadının elleriyle ağzını kapatıp şaşkınlığını gizlememesi de o esnada ekrana yansıdı.
Kenan Işık yarışmacıya önce "Bir solukta demez miyiz Ahmet?" sözleriyle tepki gösterip, sonra da "Belliydi heyecandan zaten. Buralara kadar zahmet ettiniz. İlgi gösterdiniz ama yarışma böyle bir şey. Hiç üzülmeyin" sözleriyle teselli etti.
1 dakika içinde yarışmadan elenen Yeşilyurt beraberinde gelen ailesini de hayal kırıklığına uğrattı. Ev ve araba hayali kuran Yeşilyurt'un eşinin ellerini birbirine vurması dikkat çekti.
haber7
Defibrilatör kullanımı değil.
Tersini düşünüyorsanız televizyonda fazla tıp dramı izlemişsiniz demektir. Elektrik sadece kalp atışları düzensizse kullanılır. Kalp tamamen durduğunda tekrar çalıştırmak için damar içine düzenli olarak adrenalin veya başka ilaçlar enjekte edilir. Böyle hastaların hayata dönme ihtimali ellide birden düşüktür.
Düzensiz kalp ritmi iki şekilde ortaya çıkar; (1) kalbin hızlı atması – ventriküler taşikardi(Yunanca hızlı anlamına gelen tachys ve kalp anlamına gelen kardia sözcüklerinden türer) ya da (2) kalp kasılmaları – vintriküler fibrilasyon (Latince lif anlamına gelen fibrilla‘dan türer, çünkü kalp seğiren kas liflerinden oluşur). Bu iki durum da genellikle kalp kasına giden kan miktarının yetersizliğinden kaynaklanan kalp krizinin sonucudur. Beyne giden kan miktarı hastada bilinç kaybına ve solunumun durmasına yol açacak kadar düzensiz bir hal almış ise, kalp krizi kalbin durmasına yol açmış demektir ve acil tıbbi müdahale yapılması gerekir. Beyin hasarı, kan dolaşımı durduktan dört dakika sonra başlar.
Kalbi ritmini yakalaması için uyarmak üzere kullanılan defibrilatör işte bu aşamada kullanılır. Krizin başlangıcından itibaren iç ila beş dakika içinde yapılan müdahalelerde kalp atışlarının düzelme şansı yüzde 74, hastanın hayatta kalma ihtimali ise üçte birdir. 2007′de İngiliz Sağlık Hizmetleri, havaalanlarına, demiryolu istasyonlarına ve alışveriş merkezlerine konulan 681 adet defibrilatörün 117 hayat kurtardığını duyurdu.
Defibrilatör ilk olarak 1947′de, Ohio’lu cerrah Claude Beck’in gözetiminde kullanıldı. Ani kalp durması Batı dünyasında en sık görülen ölüm sebebidir: Birleşik Krallık’ta her yıl 70.000′den fazla kişi bu sebepten hayatını kaybetmektedir.
Defibrilatöre erişimin olmadığı durumlarda hayatta kalma şansı epey azalarak yaklaşık 25′te 1′e düşer. Yine de defibrilatör bulunana kadar elle uygulanan hayata döndürme yöntemleri sayesinde hastanın kan dolaşımının devam ettirilmesi sağlanarak birçok hayat kurtarılmaktadır. Bu, kalbe kan pompalanması için hastanın göğsüne ritmik hareketler ile baskı uygulayarak yapılır (artık suni teneffüsün daha etkisiz olduğu kabul edilmektedir). Hareketin düzenli yapılması önemlidir. İlk yardımcılara yıllarca hareketi uygularken “Nelly the Elephant” şarkısını söylemeleri gerektiği öğretildi. Ama artık hareketin daha hızlı yapılması tavsiye edildiğinden, Bee Gees’in dakikada 103 vuruşluk “Stayin’ Alive” şarkısı tercih ediliyor.
Hayata döndürme yöntemleri öğretilirken kullanılan cansız mankenin (Rescue Annie olarak bilinir) yüzü, 1900′da Sen Nehri’nden çıkarılan, kimliği belirlenemeyen, intihar etmiş genç kıza aittir. Kızın güzelliğinden etkilenen morgun pataloji uzmanı yüzünün alçısını çıkardı. Bu trajik öykü kızı yazar, sanatçı ve fotoğrafçılar için moda ikonu yaptı.
Peter Safar ve Asmund Laerdal, 1958′de Rescue Annie’yi tasarladıklarında onun tüm zamanların en çok öpülen kadını olacağını bilmiyorlardı.
Defibrilatör kullanımı değil.
Tersini düşünüyorsanız televizyonda fazla tıp dramı izlemişsiniz demektir. Elektrik sadece kalp atışları düzensizse kullanılır. Kalp tamamen durduğunda tekrar çalıştırmak için damar içine düzenli olarak adrenalin veya başka ilaçlar enjekte edilir. Böyle hastaların hayata dönme ihtimali ellide birden düşüktür.
Düzensiz kalp ritmi iki şekilde ortaya çıkar; (1) kalbin hızlı atması – ventriküler taşikardi(Yunanca hızlı anlamına gelen tachys ve kalp anlamına gelen kardia sözcüklerinden türer) ya da (2) kalp kasılmaları – vintriküler fibrilasyon (Latince lif anlamına gelen fibrilla‘dan türer, çünkü kalp seğiren kas liflerinden oluşur). Bu iki durum da genellikle kalp kasına giden kan miktarının yetersizliğinden kaynaklanan kalp krizinin sonucudur. Beyne giden kan miktarı hastada bilinç kaybına ve solunumun durmasına yol açacak kadar düzensiz bir hal almış ise, kalp krizi kalbin durmasına yol açmış demektir ve acil tıbbi müdahale yapılması gerekir. Beyin hasarı, kan dolaşımı durduktan dört dakika sonra başlar.
Kalbi ritmini yakalaması için uyarmak üzere kullanılan defibrilatör işte bu aşamada kullanılır. Krizin başlangıcından itibaren iç ila beş dakika içinde yapılan müdahalelerde kalp atışlarının düzelme şansı yüzde 74, hastanın hayatta kalma ihtimali ise üçte birdir. 2007′de İngiliz Sağlık Hizmetleri, havaalanlarına, demiryolu istasyonlarına ve alışveriş merkezlerine konulan 681 adet defibrilatörün 117 hayat kurtardığını duyurdu.
Defibrilatör ilk olarak 1947′de, Ohio’lu cerrah Claude Beck’in gözetiminde kullanıldı. Ani kalp durması Batı dünyasında en sık görülen ölüm sebebidir: Birleşik Krallık’ta her yıl 70.000′den fazla kişi bu sebepten hayatını kaybetmektedir.
Defibrilatöre erişimin olmadığı durumlarda hayatta kalma şansı epey azalarak yaklaşık 25′te 1′e düşer. Yine de defibrilatör bulunana kadar elle uygulanan hayata döndürme yöntemleri sayesinde hastanın kan dolaşımının devam ettirilmesi sağlanarak birçok hayat kurtarılmaktadır. Bu, kalbe kan pompalanması için hastanın göğsüne ritmik hareketler ile baskı uygulayarak yapılır (artık suni teneffüsün daha etkisiz olduğu kabul edilmektedir). Hareketin düzenli yapılması önemlidir. İlk yardımcılara yıllarca hareketi uygularken “Nelly the Elephant” şarkısını söylemeleri gerektiği öğretildi. Ama artık hareketin daha hızlı yapılması tavsiye edildiğinden, Bee Gees’in dakikada 103 vuruşluk “Stayin’ Alive” şarkısı tercih ediliyor.
Hayata döndürme yöntemleri öğretilirken kullanılan cansız mankenin (Rescue Annie olarak bilinir) yüzü, 1900′da Sen Nehri’nden çıkarılan, kimliği belirlenemeyen, intihar etmiş genç kıza aittir. Kızın güzelliğinden etkilenen morgun pataloji uzmanı yüzünün alçısını çıkardı. Bu trajik öykü kızı yazar, sanatçı ve fotoğrafçılar için moda ikonu yaptı.
Peter Safar ve Asmund Laerdal, 1958′de Rescue Annie’yi tasarladıklarında onun tüm zamanların en çok öpülen kadını olacağını bilmiyorlardı.
Kütahya Seyitömer Höyüğü'nde, Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümünce yürütülen kazıda bulunan ve 4 bin yıl öncesine ait olduğu belirlenen 3 tohumdan biri
, toprağa ekildikten sonra çimlendi. Kazı Grubu Başkanlığını da yürüten DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nejat Bilgen, il merkezine yaklaşık 27 kilometre uzaklıktaki alanda geçen yıl yapılan kazıda, höyüğün güneydoğusunda bir yapının içerisindeki kapta bitki tohumları bulunduğunu bildirdi. Orta Tunç Çağı dönemine ait olduğunu tespit ettikleri katmandaki tohumların yaklaşık 4 bin yıllık olduğunu belirten Prof. Dr. Bilgen, tohumların yapının içinde ve orijinal yerinde buldukları kaplar arasında birinin içinde olduğunu söyledi. Prof. Dr. Bilgen, höyükte çok sayıda tohum bulduklarını, ancak birçoğunun yandığını gördüklerini ifade ederek, şöyle konuştu:
"Son bulduğumuz üç tohum, kabın bir kısmının dışına taşmıştı. Kap kırıldığı için bu şekilde bulduğumuzu düşünüyoruz. Tohumlardan bazılarını incelemeye almıştık. Yaklaşık iki yıldır bu çalışmayı yürütüyoruz. Geçen yıl yaptığımız çimlendirme denemesinden olumlu sonuç alamadık ve başarılı olamadık. Bu yıl bu tohumlardan birini yeşertmeyi başardık. Bundan yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait toprak altından çıkmış bir tohum yeşerdi. Bu tohumdan çimlenen bitki, canlı halde bilim dünyasına sunulmak ve üzerinde çeşitli analizler yapılmak üzere inceleniyor."
Tohumların bulunduğu kabın yer aldığı yapının depo olarak kullanıldığını tahmin ettiklerini belirten Prof. Dr. Bilgen, "Sözü edilen kabın yanı sıra mekanda çok sayıda kap ele geçmiştir. Tüm bu özellikleriyle mekanın depolama amaçlı kullanılmış olabileceği düşünülmektedir" diye konuştu.
DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Nüket Bingöl, höyükte bulunan üç tohumdan birini geçen yıl toprağa ektiğini, ancak çimlendiği halde kuruduğunu, diğerinin ise yağ analizlerinin yapılması amacıyla İstanbul'a gönderildiğini anlattı. Yrd. Doç. Dr. Bingöl, üçüncü tohumu yaklaşık üç ay önce toprağa ektiğini, bunun da çimlendiğini belirtti.
Çiçek açarsa GDO araştırmalarına ışık tutacak
Bu tohumun yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait olduğunu ifade eden Yrd. Doç. Dr. Bingöl, şöyle devam etti:
"Bilimsel olarak yolun başındayız. Öncelikle diğer tohumlarla beraber bunların yaş tayininin yapılması ve günümüzde yetişen mercimeklerle karşılaştırılması gerekiyor. Her ne kadar arkeolojik kazılarda buluntunun içinden çıktıysa da bunu bilimsel olarak kanıtlamalıyız. Bu tohumların dışarıdan gelip gelmediğini incelememiz gerekiyor. Henüz bir iki aylık çalışma sürecindeyiz, bahara doğru yavaş yavaş sonuçlarını almış olacağız. Ancak çimlenmesi çok büyük bir gelişme. Günümüzde bilinen mercimek bitkileri gibi çok kuvvetli değil, oldukça cılız bir bitki. En kısa zamanda tek beklentimiz çiçeklenip tohum üretebilmesidir. Çiçeklenip tohum üretebilirse son zamanlarda çok güncel olan organik ve Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) özelliğini taşıyan bitkiler açısından bizim elimizde çok önemli bir veri olacak. Çok eski zamanlara ait, hiç genetiğiyle oynanmamış, herhangi bir değişikliğe uğramamış, organik olarak elde edilmiş tohumların ilki olacak."
Yrd. Doç. Dr. Bingöl, bu tohumun bir mercimeğe ait olduğunu belirlediklerine işaret ederek, mercimeğin çok fazla suya ve sıcaklığa ihtiyaç duymadan kurak ortamda yetişebildiğini kaydetti. Mercimeğin kazı yapılan alanda yetişebilecek bir bitki türü olduğunu dile getiren Yrd. Doç. Dr. Bingöl, şu bilgiyi verdi:
"Arpa, mercimek, buğday, bunların hepsi Anadolu kökenli bitkilerdir ve orijini Anadolu'dur. O yüzden bizim için bu tohumları burada bulmamız çok sürpriz olmadı. Tohumu canlı bulmamız bizim için sürpriz oldu. Bu da tamamen höyüğün yapısından kaynaklanıyor. Höyükte yangın çıkıyor, çöküyor ve tohumlar içerisinde canlı kalabiliyor. Şans eseri bu tohumları bulduk ve değerlendirdik. Şu an için bu tohumların mercimek olduğunu söyleyebiliyoruz, ancak yine de normal mercimekten morfolojik bazı farklılıkları var. Tamamen yaptığımız çalışmalar sonucunda belli olacak. Tohum vermesi halinde organik, hiçbir şekilde genetiğiyle oynanmamış, orijinal bitki olacak. Her zaman için orijinal tohumlar diğerlerine göre daha zayıftır. Belki ülke ekonomisine fazla bir katkı sağlamayacak, ancak bazı üniversitelerde başlatılmış eski tohumların toplanması yönündeki çalışmalara önayak olacağız." Yrd. Doç. Dr. Bingöl, yüzyıllar öncesinden bitki tohumlarının yeşerdiğine ilişkin daha önce yurt içi ve yurt dışında örnekler bulunduğunu hatırlatarak, Japonya'da manolya bitkisine ait tohumun günümüzdeki manolya bitkisinden farklı morfolojik özellikler taşıdığını bildiklerini sözlerine ekledi.
Seyitömer Höyüğü'ndeki kazı çalışmaları, altındaki 12 milyon ton kömürün ekonomiye kazandırılması amacıyla 1989 yılında Eskişehir Müze Müdürlüğünce başlatıldı. Afyonkarahisar Müze Müdürlüğünün 1990-1995 yılları arasında yürüttüğü çalışmalar, 2006 yılından itibaren DPÜ Arkeoloji Bölümünce ele alındı.
TKİ Genel Müdürlüğü ve DPÜ Rektörlüğü arasında imzalanan protokol gereğince her yıl 6'şar aylık dönemler halinde yürütülen kazı çalışmalarının 2010'da tamamlanması ve höyüğün kaldırılmasının ardından yaklaşık 500 milyon lira değere sahip linyit kömürünün çıkarılmaya başlanması hedefleniyor. Kazı ve buluntuların sınıflandırılması çalışmaları, DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nejat Bilgen ve öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Gökhan Coşkun gözetiminde sürdürülüyor.
Kütahya Seyitömer Höyüğü'nde, Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümünce yürütülen kazıda bulunan ve 4 bin yıl öncesine ait olduğu belirlenen 3 tohumdan biri
, toprağa ekildikten sonra çimlendi. Kazı Grubu Başkanlığını da yürüten DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nejat Bilgen, il merkezine yaklaşık 27 kilometre uzaklıktaki alanda geçen yıl yapılan kazıda, höyüğün güneydoğusunda bir yapının içerisindeki kapta bitki tohumları bulunduğunu bildirdi. Orta Tunç Çağı dönemine ait olduğunu tespit ettikleri katmandaki tohumların yaklaşık 4 bin yıllık olduğunu belirten Prof. Dr. Bilgen, tohumların yapının içinde ve orijinal yerinde buldukları kaplar arasında birinin içinde olduğunu söyledi. Prof. Dr. Bilgen, höyükte çok sayıda tohum bulduklarını, ancak birçoğunun yandığını gördüklerini ifade ederek, şöyle konuştu:
"Son bulduğumuz üç tohum, kabın bir kısmının dışına taşmıştı. Kap kırıldığı için bu şekilde bulduğumuzu düşünüyoruz. Tohumlardan bazılarını incelemeye almıştık. Yaklaşık iki yıldır bu çalışmayı yürütüyoruz. Geçen yıl yaptığımız çimlendirme denemesinden olumlu sonuç alamadık ve başarılı olamadık. Bu yıl bu tohumlardan birini yeşertmeyi başardık. Bundan yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait toprak altından çıkmış bir tohum yeşerdi. Bu tohumdan çimlenen bitki, canlı halde bilim dünyasına sunulmak ve üzerinde çeşitli analizler yapılmak üzere inceleniyor."
Tohumların bulunduğu kabın yer aldığı yapının depo olarak kullanıldığını tahmin ettiklerini belirten Prof. Dr. Bilgen, "Sözü edilen kabın yanı sıra mekanda çok sayıda kap ele geçmiştir. Tüm bu özellikleriyle mekanın depolama amaçlı kullanılmış olabileceği düşünülmektedir" diye konuştu.
DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Nüket Bingöl, höyükte bulunan üç tohumdan birini geçen yıl toprağa ektiğini, ancak çimlendiği halde kuruduğunu, diğerinin ise yağ analizlerinin yapılması amacıyla İstanbul'a gönderildiğini anlattı. Yrd. Doç. Dr. Bingöl, üçüncü tohumu yaklaşık üç ay önce toprağa ektiğini, bunun da çimlendiğini belirtti.
Çiçek açarsa GDO araştırmalarına ışık tutacak
Bu tohumun yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait olduğunu ifade eden Yrd. Doç. Dr. Bingöl, şöyle devam etti:
"Bilimsel olarak yolun başındayız. Öncelikle diğer tohumlarla beraber bunların yaş tayininin yapılması ve günümüzde yetişen mercimeklerle karşılaştırılması gerekiyor. Her ne kadar arkeolojik kazılarda buluntunun içinden çıktıysa da bunu bilimsel olarak kanıtlamalıyız. Bu tohumların dışarıdan gelip gelmediğini incelememiz gerekiyor. Henüz bir iki aylık çalışma sürecindeyiz, bahara doğru yavaş yavaş sonuçlarını almış olacağız. Ancak çimlenmesi çok büyük bir gelişme. Günümüzde bilinen mercimek bitkileri gibi çok kuvvetli değil, oldukça cılız bir bitki. En kısa zamanda tek beklentimiz çiçeklenip tohum üretebilmesidir. Çiçeklenip tohum üretebilirse son zamanlarda çok güncel olan organik ve Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) özelliğini taşıyan bitkiler açısından bizim elimizde çok önemli bir veri olacak. Çok eski zamanlara ait, hiç genetiğiyle oynanmamış, herhangi bir değişikliğe uğramamış, organik olarak elde edilmiş tohumların ilki olacak."
Yrd. Doç. Dr. Bingöl, bu tohumun bir mercimeğe ait olduğunu belirlediklerine işaret ederek, mercimeğin çok fazla suya ve sıcaklığa ihtiyaç duymadan kurak ortamda yetişebildiğini kaydetti. Mercimeğin kazı yapılan alanda yetişebilecek bir bitki türü olduğunu dile getiren Yrd. Doç. Dr. Bingöl, şu bilgiyi verdi:
"Arpa, mercimek, buğday, bunların hepsi Anadolu kökenli bitkilerdir ve orijini Anadolu'dur. O yüzden bizim için bu tohumları burada bulmamız çok sürpriz olmadı. Tohumu canlı bulmamız bizim için sürpriz oldu. Bu da tamamen höyüğün yapısından kaynaklanıyor. Höyükte yangın çıkıyor, çöküyor ve tohumlar içerisinde canlı kalabiliyor. Şans eseri bu tohumları bulduk ve değerlendirdik. Şu an için bu tohumların mercimek olduğunu söyleyebiliyoruz, ancak yine de normal mercimekten morfolojik bazı farklılıkları var. Tamamen yaptığımız çalışmalar sonucunda belli olacak. Tohum vermesi halinde organik, hiçbir şekilde genetiğiyle oynanmamış, orijinal bitki olacak. Her zaman için orijinal tohumlar diğerlerine göre daha zayıftır. Belki ülke ekonomisine fazla bir katkı sağlamayacak, ancak bazı üniversitelerde başlatılmış eski tohumların toplanması yönündeki çalışmalara önayak olacağız." Yrd. Doç. Dr. Bingöl, yüzyıllar öncesinden bitki tohumlarının yeşerdiğine ilişkin daha önce yurt içi ve yurt dışında örnekler bulunduğunu hatırlatarak, Japonya'da manolya bitkisine ait tohumun günümüzdeki manolya bitkisinden farklı morfolojik özellikler taşıdığını bildiklerini sözlerine ekledi.
Seyitömer Höyüğü'ndeki kazı çalışmaları, altındaki 12 milyon ton kömürün ekonomiye kazandırılması amacıyla 1989 yılında Eskişehir Müze Müdürlüğünce başlatıldı. Afyonkarahisar Müze Müdürlüğünün 1990-1995 yılları arasında yürüttüğü çalışmalar, 2006 yılından itibaren DPÜ Arkeoloji Bölümünce ele alındı.
TKİ Genel Müdürlüğü ve DPÜ Rektörlüğü arasında imzalanan protokol gereğince her yıl 6'şar aylık dönemler halinde yürütülen kazı çalışmalarının 2010'da tamamlanması ve höyüğün kaldırılmasının ardından yaklaşık 500 milyon lira değere sahip linyit kömürünün çıkarılmaya başlanması hedefleniyor. Kazı ve buluntuların sınıflandırılması çalışmaları, DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nejat Bilgen ve öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Gökhan Coşkun gözetiminde sürdürülüyor.
Amerikalı bilim insanları, cisimleri havada tutmanın nasıl başarılabileceğinin yolunu buldu.Henüz bir cismin havada tutulması gerçekleştirilmedi ancak bilimciler, doğadaki en küçük
parçacıkları yöneten ilkelerden oluşan “kuantum mekaniğinin” sır dolu güçlerini kullanarak, bunun nasıl başarılabileceğinin yolunu keşfetti.
Harvard Üniversitesi uygulamalı fizikçi Federico Capasso ve ekibinin yaptığı bu çalışma, Nature dergisinde yayımlandı.
Küçük nanoteknolojik makineler yapılmasına sağlayabilecek olan bu yöntemde, moleküllerin belirli birleşimleri oluşturularak, birbirlerini itmeleri sağlandı. Bu “yeni gücün” keşfinin, moleküllerin havada tutulmasını sağlayabileceği, sürtünmenin sıfır olduğu küçük, yeni kuşak cihazların yapılmasını sağlayabileceği kaydedildi.
Bu yeni güç, çok küçük cisimlerin birbirlerine yaklaştıklarında birbirlerini çekmeleri esasına dayanıyor. Bir Rus ekibi, moleküllerin doğru bileşimi elde edildiğinde bu gücün tersine dönebileceğini, yani cisimlerin birbirini itebileceğini öne sürmüştü. Amerikalı bilimcilerin yaptığı bu deney de Rusların bu varsayımını kanıtladı. Deney sırasında bir sıvı üzerindeki ince altın yüzey, metalik bir yüzey tarafından çekildi ancak ancak silisyumdan yapılan bir başka yüzey tarafından itildiği gözlendi.
Amerikalı bilim insanları, cisimleri havada tutmanın nasıl başarılabileceğinin yolunu buldu.Henüz bir cismin havada tutulması gerçekleştirilmedi ancak bilimciler, doğadaki en küçük
parçacıkları yöneten ilkelerden oluşan “kuantum mekaniğinin” sır dolu güçlerini kullanarak, bunun nasıl başarılabileceğinin yolunu keşfetti.
Harvard Üniversitesi uygulamalı fizikçi Federico Capasso ve ekibinin yaptığı bu çalışma, Nature dergisinde yayımlandı.
Küçük nanoteknolojik makineler yapılmasına sağlayabilecek olan bu yöntemde, moleküllerin belirli birleşimleri oluşturularak, birbirlerini itmeleri sağlandı. Bu “yeni gücün” keşfinin, moleküllerin havada tutulmasını sağlayabileceği, sürtünmenin sıfır olduğu küçük, yeni kuşak cihazların yapılmasını sağlayabileceği kaydedildi.
Bu yeni güç, çok küçük cisimlerin birbirlerine yaklaştıklarında birbirlerini çekmeleri esasına dayanıyor. Bir Rus ekibi, moleküllerin doğru bileşimi elde edildiğinde bu gücün tersine dönebileceğini, yani cisimlerin birbirini itebileceğini öne sürmüştü. Amerikalı bilimcilerin yaptığı bu deney de Rusların bu varsayımını kanıtladı. Deney sırasında bir sıvı üzerindeki ince altın yüzey, metalik bir yüzey tarafından çekildi ancak ancak silisyumdan yapılan bir başka yüzey tarafından itildiği gözlendi.
Uyku üzerine araştırma ve analizler yapan uzmanlara göre, 6 ortak uyku pozisyonu ile farklı kişiliklerle ilişkili.
Yatış pozisyonu uykuya dalma ve
sağlıklı uyku üzerinde oldukça etkili. Uyurken yatış pozisyonunuzun anlamlarını yazının devamında bulabilirsiniz.

Fetus / cenin yatışı:
Cenin şeklinde yani anne karnındaymış gibi kıvrılarak yatmak, dışa dönük ancak duygusal, hassas bir kalbe sahip olduğunuzu gösteriyor. Bu tür kişiler birisiyle ilk buluşmalarında utangaç olabilir ancak kısa sürede rahatlarlar. Araştırmalarda 1000 kişiden % 41′i bu şekilde uyuduğu belirlenmiş.
Kadınların erkeklerden 2 kat daha fazla bu poziyonda uyuduğu da tespit edilen diğer bir bulgu..
Kollar yanda dik yatış:
Çoğu kişi kollarını her iki tarafa sarkıtıp dik şekilde uyuyamaz. Bu şekilde uyuyunlar rahat, kalabalığa alışkın, yabancılara güvenen, sosyal insanlardır… Buna rağmen, bazen kolay aldanabilirler..
Yaşlı duruşunda yatış:
Her iki kolunu kıvırarak ellerini yastığın yanına veya omuz hizasına koyan kişiler doğal insanlardır. Şüpheci, kuşkucu, iyiliğe şüpheyle bakan özellikler taşıyabilirler. Düşünceleri nizde yardımcı olurlar. Genellikle ilgi odağı olmaktan hoşlanmazlar.
Hangi pozisyon sağlıklı?
Sağlık açısından yüzü koyun yatmak sindirimi durdurur, deniz yıldızı ve asker pozisyonlarında horlama ile sıkça karşılaşılır, kötü uyunmasına neden olur. Midenin baskılanmadığı, kolay nefes alınan düz bir yatış gece boyunca sağlıklıdır.
Rahat uyku sağlar, horlamayı azaltır. Uyuyan kişiler nasıl yattığının farkında olmadığı için, bu şekilde yattıklarında bile çok iyi yku uyumaları her zaman mümkün olmayabilir. Bu tür araştırmalarda ayrıca, çoğu insanın uyku pozisyonunu değiştirmekten hoşlanmadığını da ortaya koyuyor. Buna göre insanların sadece % 5′i her gece farklı bir pozisyonda uyuduğunu belirtiyor
Uyku üzerine araştırma ve analizler yapan uzmanlara göre, 6 ortak uyku pozisyonu ile farklı kişiliklerle ilişkili.
Yatış pozisyonu uykuya dalma ve
sağlıklı uyku üzerinde oldukça etkili. Uyurken yatış pozisyonunuzun anlamlarını yazının devamında bulabilirsiniz.

Fetus / cenin yatışı:
Cenin şeklinde yani anne karnındaymış gibi kıvrılarak yatmak, dışa dönük ancak duygusal, hassas bir kalbe sahip olduğunuzu gösteriyor. Bu tür kişiler birisiyle ilk buluşmalarında utangaç olabilir ancak kısa sürede rahatlarlar. Araştırmalarda 1000 kişiden % 41′i bu şekilde uyuduğu belirlenmiş.
Kadınların erkeklerden 2 kat daha fazla bu poziyonda uyuduğu da tespit edilen diğer bir bulgu..
Kollar yanda dik yatış:
Çoğu kişi kollarını her iki tarafa sarkıtıp dik şekilde uyuyamaz. Bu şekilde uyuyunlar rahat, kalabalığa alışkın, yabancılara güvenen, sosyal insanlardır… Buna rağmen, bazen kolay aldanabilirler..
Yaşlı duruşunda yatış:
Her iki kolunu kıvırarak ellerini yastığın yanına veya omuz hizasına koyan kişiler doğal insanlardır. Şüpheci, kuşkucu, iyiliğe şüpheyle bakan özellikler taşıyabilirler. Düşünceleri nizde yardımcı olurlar. Genellikle ilgi odağı olmaktan hoşlanmazlar.
Hangi pozisyon sağlıklı?
Sağlık açısından yüzü koyun yatmak sindirimi durdurur, deniz yıldızı ve asker pozisyonlarında horlama ile sıkça karşılaşılır, kötü uyunmasına neden olur. Midenin baskılanmadığı, kolay nefes alınan düz bir yatış gece boyunca sağlıklıdır.
Rahat uyku sağlar, horlamayı azaltır. Uyuyan kişiler nasıl yattığının farkında olmadığı için, bu şekilde yattıklarında bile çok iyi yku uyumaları her zaman mümkün olmayabilir. Bu tür araştırmalarda ayrıca, çoğu insanın uyku pozisyonunu değiştirmekten hoşlanmadığını da ortaya koyuyor. Buna göre insanların sadece % 5′i her gece farklı bir pozisyonda uyuduğunu belirtiyor
1.Arabamızın tüm lastikleri aynı olmasına rağmen yük dengesi, dönüşler gibi teknik nedenlerden dolayı ön lastikleri 4000 km’de arka lastikleri de 6000 km’de eskimektedir. 1 set yeni lastikle yola çıktığımız arabamızla yolun istediğimiz noktasında lastiklerin yerini değiştirebiliyorsak yeni lastik almadan en fazla ne kadar yol gidebiliriz?
2.Bazı hesaplanamayan nedenlerden dolayı arabamızın sağ ve sol lastiklerini de farklı hızlarda eskittiğini farketmiş bulunmaktayız. Yeni bir lastik sol önde 3000 km, sağ önde 4000 km, sol arkada 4000km, sağ arkada 6000 km dayanıyorsa 1 set lastikle lastiklerin yerini istediğimiz gibi değiştirme imkanımız varken en fazla ne kadar yol gidebiliriz?
(Lastiklerin aşınma hızını sabit kabul ediniz.)
1.Arabamızın tüm lastikleri aynı olmasına rağmen yük dengesi, dönüşler gibi teknik nedenlerden dolayı ön lastikleri 4000 km’de arka lastikleri de 6000 km’de eskimektedir. 1 set yeni lastikle yola çıktığımız arabamızla yolun istediğimiz noktasında lastiklerin yerini değiştirebiliyorsak yeni lastik almadan en fazla ne kadar yol gidebiliriz?
2.Bazı hesaplanamayan nedenlerden dolayı arabamızın sağ ve sol lastiklerini de farklı hızlarda eskittiğini farketmiş bulunmaktayız. Yeni bir lastik sol önde 3000 km, sağ önde 4000 km, sol arkada 4000km, sağ arkada 6000 km dayanıyorsa 1 set lastikle lastiklerin yerini istediğimiz gibi değiştirme imkanımız varken en fazla ne kadar yol gidebiliriz?
(Lastiklerin aşınma hızını sabit kabul ediniz.)
Yediğimiz bir besinin ağzımızdan midemize gitmesi 7 saniye sürer.
Bir insan saçı 3 kilo ağırlığında bir cismi taşıyabilir.
Bir erkeğin ortalama penis uzunluğu baş parmağının 3 katıdır.
Kadınların kalbi erkeğinkine nazaran daha hızlı atar.
Her ayağımızda 1 trilyon bakteri mevcuttur.
Ayakta dengede durabilmek için 300 kasımız görev yapar.
Bu yazıyı okuyan kadınlar için yazı bitmiştir, ama erkekler hala baş parmaklarını kontrolle meşguller…
Yediğimiz bir besinin ağzımızdan midemize gitmesi 7 saniye sürer.
Bir insan saçı 3 kilo ağırlığında bir cismi taşıyabilir.
Bir erkeğin ortalama penis uzunluğu baş parmağının 3 katıdır.
Kadınların kalbi erkeğinkine nazaran daha hızlı atar.
Her ayağımızda 1 trilyon bakteri mevcuttur.
Ayakta dengede durabilmek için 300 kasımız görev yapar.
Bu yazıyı okuyan kadınlar için yazı bitmiştir, ama erkekler hala baş parmaklarını kontrolle meşguller…
Dünyanın çeşitli coğrafyalarında gelişmemiş ya da henüz yeni gelişen bazı topluluklar ilginç ve sıradışı gelenekleri ve adetleri ile göze çarpıyor. Özellikle Ainular’ın İyomente Ayini ile Muharrem Ayı Yası bizi oldukça etkiledi.

Ölülerini Yiyen Aghoriler
Hinduizm’in Aghoris mezhebine inanan ve Shiva’ya tapanlar Shiva’yı en büyük tanrı olarak görmektedirler. Shiva’nın herşeyi yarattığına inandıkları için ne cinsellik ne alkol ne de uyuşturucu onlar için tabu değildir ve herşeyi yaparlar. Fakat geleneklerini ilginç yapan şey ise aynı zamanda yamyam olmaları ve tapınaklarını ölüleri yakma yeri olarak kullanmasıdır.
Bir Aghori ölü yakma yerinde yaşayıp hayatını orada sürdürebilir. Ölen kişinin giysilerini, yakmak için odun bulabilir ve nehirden kendine yemek bulabilir. Aghori insan öldüğü zaman öli içi meditasyon yapmak amacı ile kendini yakılan cesedin külleriyle kaplar. Fakat Aghori hayatının en şok edici yanı yamyamlıklarıdır. Bir Aghori nehirde ölü bulduğu bedenleri toplar, uzuvlarını gövdesinden kopartarak çiğ olarak yer.
Hindistanlıların Sağlıklı ve Uzun Yaşam Sırrı
Hindistan’ın Maharashtra bölgesindeki Solapur’da ebeveynler her yıl toplanarak bebeklerini 15 metrelik bir apartmanın çatısından aşağı atar. Bebekler diğer köylülerin gerdiği bir çarşafa düşer. Ebeveynler bunu bebeklerinin sağlıklı uzun bir ömür geçireceklerine inandıkları için yaparlar. Genellikle müslümanlar tarafından yapılır fakat bazı Hintli ailelerde bu olaya katılır.
Satere-Mawe Erkeklerinin Erkekliğe Geçme Şartı
Brezilya’nın Amazon bölgesinde yaşayan Satere-Mawe insanları, erkek çocukları için acı veren geleneğe sahiptir. Erkek çocuk, ‘erkek’ olmak için elini içinde bir sürü kurşun karıncasının olduğu dokuma eldivene sokup on dakika boyunca elini orada tutmak zorundadır. Bu karıncanın sokması anında verdiği acı doğadaki en acı verici ısırıklardan birisidir. Erkekliğe geçme yaşına gelen çocuk bunu yirmi kere belli bir süre boyunca tekrarlar.
Muharrem Ayı Yası Nedir?
Hz. Muhammet’in büyük oğlu Hüseyin İbn-i Ali’yinin ölümü anısına Şii’ler caddelere çıkarak kendilerini özel olarak tasarlanan ve üzerinde bıçaklar veya jiletler bulunan zincilerle kamçılarlar.
Bazı gruplar ise başlarını bıçaklarla çizerler. Genellikle Hindistan, Bahreyn, Irak ve Pakistan’da olur. Aileler çocuklarını bu anmaya zorla katılmalarını sağlamaktadır.
Kayalara Asılı Tabutlar
Filipinler Sagada’da ki kireç taşlarından oluşan mağaralar, bölgedeki ölülerinin evleri olarak kabul ediliyor. Bir çok insan mağaralara gömülürken, uzun zamandır yapılan geleneğe göre, tabutlar ölünün gömüldüğü mağaranın dışına asılıyor.
Yanamamö Ölülerinin Ardından Herşey Yok Edilir!
Yanamamö, Venezüela ve Brezilya’da yaşayan büyük bir kabiledir. Modern hayat onlara hiç bir şekilde gelmemiştir ve eski halen geleneklerini korumaktadırlar. Yanamamö dini geleneklerine göre ölülerin küllerini ve kemiklerini ölü bedenin hiç bir parçasının kalmamasını emreder. Bu nedenle bir Yanamamö öldüğünde cansız bedeni yakılarak kemikleri kırılır. Artıklar aile arasında paylaşılarak yenilir. Bedenin hiçbir parçasının kalmaması gerektiği için küllerin bulunduğu küp yok ediliyor.
Tükürerek Selamlaşan Toplum
Kenya ve Tanzanya’da yaşayan etnik bir Afrikalı gruba ait olan garip bir gelenekte birbirlerini tükürerek selamlıyor.
Bir bebek doğduğu zaman Masai erkekleri bebeğin üzerine tükürerek, kötü ruhların ona yaklaşmasını önlüyorlar. Masai savaşçısı, yaşlı kişileri selmalarken saygı işareti olarak yaşlı kişiye sıkması için elini uzatmadan önce avcuna tükürür. Bu bir saygı göstergesi kabul edelir.
Ölülerini Besleyen Romalılar
Yakın tarihlerde Vatikan ve Antik Roma mezarlıklarında yapılan kazılarda uzun zamandır unutulan bir gelenek ortaya çıktı. Romanlar, ölüleriyle birlikte yemek yer ve hatta onları beslerlerdi. Mezarların bir çoğunda, mezarın dışından ölünün vücuduna uzanan bir boru bulunuyor. Bu boru ile ölüye şarap, bal ve diğer yiyecekler veriliyordu. Roman mezarlarındaki borulara benzer cisimler İngiltere’de de bulunuldu. Antik Romanlar sık sık ölülerinin mezarının yanında piknik yaparlardı. Bunun nedeni ise ölen kişinin de onlarla beraber beslendiğine inanmaları.
İyomante Ayini
Japonya ve Rusya’nın çeşitli yerlerindeki yerel kabileler, Ainular bir zamanlar etnik azınlığı animist (canlıcılık) dini kökleriyle etkilemişlerdi.
Doğaya tapmaları nedeninden dolayı, insanlığı kutsaması için ayıları öldürme geneleği geliştirmişlerdi. Ayin için mağarasında kış uykusuna yatan bir anne ayı seçiliyordu. Yavrular iki yıl boyunca bir kafeste tutuluyor ve 2 yıl dolduğunda ise dindarlıklarını göstermek adına ‘dini geleneklerine uygun bir şekilde’ vahşice katlediliyordu. Köylüler ayıyı kestikten sonra ayının kanını içip etini yiyordu. Öldürülen ayının kafatası ters bir biçimde kendi derisine sarılıp bir mızrağın ucuna saplanıyordu. Anlamlı bir yere saplanan mızrağa tapılıyordu.
Ainular ayıların tanrı olduğuna ve onların insanların arasında yürüdüğüne inanıyor.
Japonya’da bu ayin yasaklansa dahi bazı yerlerde devam etmektedir.
Ölüyle beraber yaşamak
Güney Sulawesi, Endonezya’da yaşayan Torajan adlı etnik grup için cenaze töreni hayatın oldukça önemli parçalarından birisidir ve bir ailenin tören için gerekli parayı biriktirmesi uzun sürebilir. Aylar süren bu zaman içinde ailenin ölü üyesinin bedeni giysilere sarılıbir şekilde evin altında ki bir yerde saklanır. Torajanlar ölen ruhun, cenazesi yapılana kadar aileyle yaşadığına inanır. Ölen kişi gömülmeye hazır olduğunda tabutu genellikle bir mağaranın içine yerleştirilir ve ölen kişinin heykeli mağaranın girişinde dışarı bakar şekilde yerleştirilir.
Dünyanın çeşitli coğrafyalarında gelişmemiş ya da henüz yeni gelişen bazı topluluklar ilginç ve sıradışı gelenekleri ve adetleri ile göze çarpıyor. Özellikle Ainular’ın İyomente Ayini ile Muharrem Ayı Yası bizi oldukça etkiledi.

Ölülerini Yiyen Aghoriler
Hinduizm’in Aghoris mezhebine inanan ve Shiva’ya tapanlar Shiva’yı en büyük tanrı olarak görmektedirler. Shiva’nın herşeyi yarattığına inandıkları için ne cinsellik ne alkol ne de uyuşturucu onlar için tabu değildir ve herşeyi yaparlar. Fakat geleneklerini ilginç yapan şey ise aynı zamanda yamyam olmaları ve tapınaklarını ölüleri yakma yeri olarak kullanmasıdır.
Bir Aghori ölü yakma yerinde yaşayıp hayatını orada sürdürebilir. Ölen kişinin giysilerini, yakmak için odun bulabilir ve nehirden kendine yemek bulabilir. Aghori insan öldüğü zaman öli içi meditasyon yapmak amacı ile kendini yakılan cesedin külleriyle kaplar. Fakat Aghori hayatının en şok edici yanı yamyamlıklarıdır. Bir Aghori nehirde ölü bulduğu bedenleri toplar, uzuvlarını gövdesinden kopartarak çiğ olarak yer.
Hindistanlıların Sağlıklı ve Uzun Yaşam Sırrı
Hindistan’ın Maharashtra bölgesindeki Solapur’da ebeveynler her yıl toplanarak bebeklerini 15 metrelik bir apartmanın çatısından aşağı atar. Bebekler diğer köylülerin gerdiği bir çarşafa düşer. Ebeveynler bunu bebeklerinin sağlıklı uzun bir ömür geçireceklerine inandıkları için yaparlar. Genellikle müslümanlar tarafından yapılır fakat bazı Hintli ailelerde bu olaya katılır.
Satere-Mawe Erkeklerinin Erkekliğe Geçme Şartı
Brezilya’nın Amazon bölgesinde yaşayan Satere-Mawe insanları, erkek çocukları için acı veren geleneğe sahiptir. Erkek çocuk, ‘erkek’ olmak için elini içinde bir sürü kurşun karıncasının olduğu dokuma eldivene sokup on dakika boyunca elini orada tutmak zorundadır. Bu karıncanın sokması anında verdiği acı doğadaki en acı verici ısırıklardan birisidir. Erkekliğe geçme yaşına gelen çocuk bunu yirmi kere belli bir süre boyunca tekrarlar.
Muharrem Ayı Yası Nedir?
Hz. Muhammet’in büyük oğlu Hüseyin İbn-i Ali’yinin ölümü anısına Şii’ler caddelere çıkarak kendilerini özel olarak tasarlanan ve üzerinde bıçaklar veya jiletler bulunan zincilerle kamçılarlar.
Bazı gruplar ise başlarını bıçaklarla çizerler. Genellikle Hindistan, Bahreyn, Irak ve Pakistan’da olur. Aileler çocuklarını bu anmaya zorla katılmalarını sağlamaktadır.
Kayalara Asılı Tabutlar
Filipinler Sagada’da ki kireç taşlarından oluşan mağaralar, bölgedeki ölülerinin evleri olarak kabul ediliyor. Bir çok insan mağaralara gömülürken, uzun zamandır yapılan geleneğe göre, tabutlar ölünün gömüldüğü mağaranın dışına asılıyor.
Yanamamö Ölülerinin Ardından Herşey Yok Edilir!
Yanamamö, Venezüela ve Brezilya’da yaşayan büyük bir kabiledir. Modern hayat onlara hiç bir şekilde gelmemiştir ve eski halen geleneklerini korumaktadırlar. Yanamamö dini geleneklerine göre ölülerin küllerini ve kemiklerini ölü bedenin hiç bir parçasının kalmamasını emreder. Bu nedenle bir Yanamamö öldüğünde cansız bedeni yakılarak kemikleri kırılır. Artıklar aile arasında paylaşılarak yenilir. Bedenin hiçbir parçasının kalmaması gerektiği için küllerin bulunduğu küp yok ediliyor.
Tükürerek Selamlaşan Toplum
Kenya ve Tanzanya’da yaşayan etnik bir Afrikalı gruba ait olan garip bir gelenekte birbirlerini tükürerek selamlıyor.
Bir bebek doğduğu zaman Masai erkekleri bebeğin üzerine tükürerek, kötü ruhların ona yaklaşmasını önlüyorlar. Masai savaşçısı, yaşlı kişileri selmalarken saygı işareti olarak yaşlı kişiye sıkması için elini uzatmadan önce avcuna tükürür. Bu bir saygı göstergesi kabul edelir.
Ölülerini Besleyen Romalılar
Yakın tarihlerde Vatikan ve Antik Roma mezarlıklarında yapılan kazılarda uzun zamandır unutulan bir gelenek ortaya çıktı. Romanlar, ölüleriyle birlikte yemek yer ve hatta onları beslerlerdi. Mezarların bir çoğunda, mezarın dışından ölünün vücuduna uzanan bir boru bulunuyor. Bu boru ile ölüye şarap, bal ve diğer yiyecekler veriliyordu. Roman mezarlarındaki borulara benzer cisimler İngiltere’de de bulunuldu. Antik Romanlar sık sık ölülerinin mezarının yanında piknik yaparlardı. Bunun nedeni ise ölen kişinin de onlarla beraber beslendiğine inanmaları.
İyomante Ayini
Japonya ve Rusya’nın çeşitli yerlerindeki yerel kabileler, Ainular bir zamanlar etnik azınlığı animist (canlıcılık) dini kökleriyle etkilemişlerdi.
Doğaya tapmaları nedeninden dolayı, insanlığı kutsaması için ayıları öldürme geneleği geliştirmişlerdi. Ayin için mağarasında kış uykusuna yatan bir anne ayı seçiliyordu. Yavrular iki yıl boyunca bir kafeste tutuluyor ve 2 yıl dolduğunda ise dindarlıklarını göstermek adına ‘dini geleneklerine uygun bir şekilde’ vahşice katlediliyordu. Köylüler ayıyı kestikten sonra ayının kanını içip etini yiyordu. Öldürülen ayının kafatası ters bir biçimde kendi derisine sarılıp bir mızrağın ucuna saplanıyordu. Anlamlı bir yere saplanan mızrağa tapılıyordu.
Ainular ayıların tanrı olduğuna ve onların insanların arasında yürüdüğüne inanıyor.
Japonya’da bu ayin yasaklansa dahi bazı yerlerde devam etmektedir.
Ölüyle beraber yaşamak
Güney Sulawesi, Endonezya’da yaşayan Torajan adlı etnik grup için cenaze töreni hayatın oldukça önemli parçalarından birisidir ve bir ailenin tören için gerekli parayı biriktirmesi uzun sürebilir. Aylar süren bu zaman içinde ailenin ölü üyesinin bedeni giysilere sarılıbir şekilde evin altında ki bir yerde saklanır. Torajanlar ölen ruhun, cenazesi yapılana kadar aileyle yaşadığına inanır. Ölen kişi gömülmeye hazır olduğunda tabutu genellikle bir mağaranın içine yerleştirilir ve ölen kişinin heykeli mağaranın girişinde dışarı bakar şekilde yerleştirilir.
Osmanlı sultanlarının ayet, hadis ve sembollerle süslü her biri üç-dört yılda dokunan tılsımlı gömleklerinin sırrı hâlâ çözülemiyor. Uzmanlar, gömleklere işlenen şifrelerin Osmanlı tarihine ışık tutacağına inanıyor. Osmanlı padişahlarının savaşta galip gelmek, nazardan korunmak ve şifa bulmak için giyindikleri tılsımlı gömleklerin üzerindeki harf ve rakamların işaret ettiği anlam şimdilik bir sır. Üstelik çözülemeyen yalnızca şifreler değil, kumaşların nasıl olup da 8 bin çözgü ipiyle dokunduğu da anlaşılabilmiş değil.
Gömleklerin şifresini ve dokuma tekniğinde kullanılan formülü bulmak ise merak tatmininden daha öte bir anlam taşıyor. Amaç, altın oranlarını Türk tekstilinin hizmetinde kullanmak. Tılsımlı sultan gömlekleri, ayet ve duaları tespit eden bir alim, işe başlamak için âyın eşref saatini hesaplayan müneccim ve sonunda gömleği bezeyen nakkaşların ortak ürünü.
Kumaşlar çoğunlukla o zamanki adıyla Tonguzlu olan Denizliden getiriliyor saraya. Denizlinin kaliteli pamuğundan dokunan bezler, iç giyimi olarak tasarlanan tılsımlı gömlekler için bire bir. Hattatların kağıdı terbiye etmek için kullandığı aharlama yöntemiyle yazıya elverişli hale getirilen kumaşlar nakkaşlar atölyesinde işlenmiş. Bir gömlek üzerinde 3-4 yıl uğraşan hattatlar için meçhul kahramanlar yakıştırması yerinde olur; çünkü gömleklerin pek azında kimin tarafından yapıldığı yazılı.
1978 yılından bu yana Topkapı Sarayı Müzesinde Osmanlı tekstili ve padişah giysileri üzerine çalışan Doç. Dr. Hülya Tezcan, tılsımlı gömlekleri grafik sanatının zirvesi olarak tanımlıyor. Gömleklerin üzerine celi, sülüs, kufi yazıyla işlenen ayetler ve dualar kare, yıldız gibi geometrik şekillerin ya da Kadem-i Saadet, Süleyman Mührü, Zülfikâr, lale gibi anlamlı motiflerin içine yazılmış. 15-20. yüzyıl arasında hazırlanan padişah giysilerini içeren saray koleksiyonunda Peygamber Efendimizin nübüvvet mührü, Hilye-i Şerif ve Onun için yazılan Kaside-i Bürdeyle bezenmiş dört gömlek yer alıyor. Ancak diğer gömlekler üzerinde de yine Peygamberimize ait Kadem-i Saadet ve Nalın-ı Saadet motifleri kullanılmış.
Tılsımlı gömlekler üzerinde sıkça yer alan iki motif ise Hz. Ali'nin ucu çatallı kılıcı Zülfikâr ve çoğunlukla Musevi inancıyla bağdaştırılan Süleyman Mührü. Hülya Tezcan, gömleklerde Süleyman Mührünün saltanatın ebediyetini temsilen kullanıldığını ve Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali isimlerinin çoğunlukla bir arada anıldığını tespit etmiş. Koleksiyonun en eski tarihli gömleği Şehzade Cem'e ait. Üzerinde 1477-1480 yılları arasında yapıldığına dair bir not bulunan gömlek ihtimal ki, 18 Temmuz 1482
'de Anamur açıklarında şövalyelerin gemisine binerek Rodos'a hareket eden Cem Sultan'ın üzerindeydi. Talihsiz şehzade, saltanat yarışından galip çıkması için giydiği tılsımlı gömleğe rağmen Rodos'ta esir alındı. Cem'in gömleği şimdi Topkapı Sarayı koleksiyonunda. Ancak Viyana kuşatmasında bozguna uğrayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın gömleğinin hâlâ Viyana'da bir manastırda olduğu tahmin ediliyor.
Hülya Tezcan, Osmanlı tarihinin tılsımlı gömlekler üzerinden okunabileceğini söylüyor. Nitekim 2. Selim'e Hürrem Sultan tarafından diktirilen gömlek yalnızca Selim ve Bayezıd arasındaki taht mücadelesini değil, Rüstem Paşa'nın entrikalarıyla boğdurulan Şehzade Mustafa'nın hazin sonunu da anlatır. Sultan 3. Murat'a ait gömlekte ise Konya Mevlevihanesi'ni kuran Şeyh Sinaneddin Dede'nin padişahlarla kurduğu iletişimi görmek mümkün. Sinaneddin Dede sadece gömleği yapan kişi değil, doğu seferine çıkarken elini öpüp hatırını soran Yavuz Sultan Selim'e , seferden zaferle döneceksin; benim senden tek isteğim dergâh'a yardım etmendir,diyen ilginç bir kişilik.Yavuz hakikaten savaştan zaferle dönüyor ve Konya Mevlevihanesi'ni yapmaya başlıyor.
Yavuz'dan sonra Kanuni ve 2. Selim dönemlerini de gören Şeyh Sınaneddin Dede'nin ömrünün son demlerinde 3. Murat'a hediye ettiği tılsımlı gömlek saraya bir teşekkür babında. Yine aynı sultana ait gömleklerden biri, Oğlum, aslanım'a diye başlayan kitabesiyle diğerlerinden ayrılıyor. Oğluna pek düşkün olan Nur Banu Sultan'ın hazırlattığı gömleğin amacı gözü Safiye Sultan'dan başkasını görmeyen 3. Murat'ın başka evlilikler yapması. Nur Banu Sultan tahtı vârissiz bırakmamak için girdiği bu gömlekli mücadeleden zaferle çıkıyor ve 3. Murat ardında 19 erkek 20 küsur kız çocuğu bırakarak bu dünyadan ayrılıyor. Ancak erkek çocukların sonraki taht kavgalarında öldürülmesi Nur Banu Sultan'ın çalışmalarının boşa gittiği şeklinde yorumlanabilir.
Allahım sevgimi kulun Mustafa'nın gönlüne ver!... Tılsımlı gömlekler sadece padişahlar ve şehzadeler için yapılmamış. Saray çevresine yakın paşalardan özellikle makam hırsı olanlar da kendileri için gömlek hazırlatmışlar. Onlardan biri Moralı Hasan Paşa, gömleğinin üzerine şöyle yazdırmış: Allah'ım senden sevgimi, muhabbetimi kulun Mustafa'nın gönlüne vermeni dilerim. Nasıl vahyini sevgilin Muhammed'in kalbine ilham etmişsen ruhumla Sultan Mustafa'nın ruhunu uzlaştır. Gömleğin yakasındaki küçük karelerde ise "Ey herşeyi kolaylaştıran Allahım, Hasan Paşa'nın muradını da kolaylaştır". yazıyor. Hasan Paşaâ'nın muradı nedir, sadrazam olmak.
Hülya Tezcan bu gömlekten hareketle yaptığı araştırmada, paşanın çok hırslı bir adam olduğu ve sadrazam olabilmek için padişahları canından bezdirdiği bilgisine ulaşmış. Moralı Hasan Paşa sonunda muradına ulaşıp sadrazam olabilmiş. Saltanat kavgalarının uzağındaki halk da tılsımlı gömleklerden payına düşeni almış. Dönemin tarikat dergahlarında, sarılıktan, akrep sokmasından korunmaya yönelik hazırlanan gömlekler arasında kadınları eşlerine şirin gösteren gömlekler de var. İç gömleklerden günümüze ulaşanlar, üzerlerindeki leke hatta yaka kirleriyle duruyor; çünkü bu gömleklerin yıkanması mümkün değil.
Bir de hiç kullanılmadan kaldırılan gömlekler var koleksiyonda. Tezcan, Sarayda her şeyin bol bol yedeği vardır. Elimizde yüzlerce giyilmemiş bebek elbisesi var diyor. İpeğin nadir kullanıldığı bu alanda tılsımlı takke ve takma yakalar da var. Takma yakayla ilgili bir açıklamaya rastlamayan Hülya Tezcan, kendince bir çıkarımda bulunuyor: Yaka, sultanların törenlerde giydiği kaftanın yaka kesimine benziyor. Üzerindeki iplik izlerine bakılırsa kötülüklerden korunma niyetiyle kaftanın içine monte edildiği söylenebilir.Gömlekler şimdi koruma altında; sergilenmek için özel izinle saraydan çıkarılabiliyorlar; ancak kimi zaman hiç hesapta olmayan çok daha özel istekler olabiliyor.
Tezcan, Osmanlı Hanedanından ismini açıklamadığı bir kadının şifa bulmak için tılsımlı gömleklerden birini giyerek bir müddet beklediğini ve sonra teşekkür ederek ayrıldığını söylüyor. Hülya Tezcan yaklaşık 30 yıldır gömlekler arasında yaşasa da tılsımlarını çözmeye hiç çalışmamış. Bir şifre var, bu açık; ama o rakamları ve harfleri çözmek uzmanlık gerektirir. Kaldı ki, giysilerin olduğunu kabul etmeliyiz. Dokuma üzerine çalışanlar da 8 bin çözgü teliyle dokunan "Gülistan Kemha" tekniğini henüz çözemediler. Hülya Tezcan'ın hazırladığı Padişah Giysileri kitabı önümüzdeki günlerde Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanacak. Şifreyi çözmek Türk tekstiline yeni bir açılım getirecek Türkiye'de tılsımlı gömlekler üzerindeki şifreyi çözmeye çalışan tek isim Mehlika Orakçıoğlu. Bilinen tek isim demek daha doğru; çünkü gömleklere ulaşma hususunda Hülya Tezcan'la bağlantıya geçmiş başka biri yok. 1998'den bu yana Türk Tekstilindeki Kültürel Etkiler başlıklı doktora tezi üzerinde çalışan Orakçıoğlu, şu günlerde 2. Selim'in gömleğini inceliyor. Şimdilik gömleğin ön yüzündeki küçük karelere yerleştirilen rakamlarla Fetih Sûresi'nin kodlandığını keşfetmiş. Tezini Londra'daki bir üniversite'de hazırlayan Mehlika Hanım, İngiliz danışmanlarının kendisini bu alana yönlendirdiğini ve asıl niyetlerinin gömlekler üzerindeki kodlama sistemini çözerek günümüz tekstiline yeni bir açılım kazandırmak olduğunu söylüyor: Bu konu, dışarıda daha çok ilgi topluyor. Harvard Üniversitesi bütün imkanlarını ücretsiz olarak seferber etti mesela. Sonunda neye ulaşacağımı bilmiyorum. Kodlama sistemini günümüze uyarlamayı başaramasam bile bu tez bitirilmeyi hak ediyor. Fakat çözebilirsem yeni tekstil tasarımları oluşturmak zor olmayacaktır.
Osmanlı tekstilini incelerken siyaset, ekonomi ve tarihten yararlanmak gerektiğini söyleyen Orakçıoğlu, tılsımlı gömlekler üzerinde dörde yakın formül kullanıldığını tespit etmiş. Uzun yazılar yerine rakamlar ve harfler tercih etmek sınırlı zemini verimli kullanmayı sağlıyor. Ancak altta, gündelik hayatta pratik olma felsefesi yatıyor. Nitekim Osmanlı döneminde tüccarların uzun cümleler yerine kelimelerin sayısal değerleriyle anlaştığı biliniyor. Gömlekler üzerindeki geometrik desenler ve kodlanan rakamlar bir matematik dehasına da işaret ediyor. Prof. Dr. İsmail Yakıtâ nın Türk İslam Kültürü'nde Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme (Ötüken Yayınları) adlı kitabından faydalanan Orakçıoğlu, Mimar Sinan'ın da eserlerinde ebced hesabı kullandığını hatırlatıyor. Mehlika Orakçıoğlu sadece bir gömlek üzerinde çalışıyor. İncelenmeyi bekleyen onlarca tılsımlı gömlek olduğu hesaba katılırsa gömleklerin dilinin çözülmesinin hayli vakit alacağı söylenebilir. Fakat onun halihazırda çözdüğü bir figür var. Yavuz Sultan Selim'in kaftanı üzerindeki desenleri inceleyerek ellerini gökyüzüne açmış yakaran insan figürüne ulaşan Orakçıoğlu, yurtdışında bu kaftan üzerine üç konferans vermiş. Sanatkârın desenler arasına ustaca gizlediği figür, kutsal hazineleri İstanbulâ taşıyan ve ilk Osmanlı Halifesi unvanını alan Yavuz'un İslam esasların koruyucusu olduğunu simgeliyor. Mehlika Hanım'a göre, görsel bir illüzyon halinde kimi zaman açıkça görünüp kimi zaman da desenler arasında yiten figürü doğrudan Yavuz Selim'e atfetmek de mümkün. Çünkü taç kullanan tek Osmanlı Padişahı Yavuz.
'Tılsımlı' ya da nâm-ı diğer 'şifalı' gömlekler, Topkapı Sarayı'nın en gözde koleksiyonları arasında yer alır hiç şüphesiz. Padişah elbiseleri koleksiyonunda seksen yedi adet tılsımlı gömlek, bir takma yaka, beş takke, on yazılı örtüden oluşan yaklaşık yüz civarında önemli bir koleksiyon mevcut. Bu gömleklerin en önemli özelliği padişahların savaşa giderken üzerlerine şifreli bir şekilde Fetih Sûresi'nin işlendiği gömlekleri zırh altına giymeleriydi. Bugüne kadar muhteviyatı saklı kalan gömleklerin üzerindeki sır perdesi bir nebze de olsa kaldırıldı. Yaklaşık otuz yıldır saray gömlekleri üzerine çalışma yapan Hülya Tezcan, araştırmalarını '
Şifalı Gömlekler' adlı kitapta topladı. Karizma Yayınları'ndan piyasaya çıkacak olan çalışma bu sahadaki tek eser olması sebebiyle ilgilisi için bulunmaz bir nimet. Çünkü kişiyi türlü kötülüklerden koruduğuna, hastalara şifa verdiğine inanılan 'Şifalı Gömlekler' aslında konuşan tarih niteliğinde.
Tılsımlı gömleklere dair ilk bilgiye Kur'an-ı Kerim'deki Yusuf Sûresi'nde rastlanılır. Bu sûrede Yusuf Peygamber'in, Mısır'ın azizi olduğu sıralarda kardeşlerine vererek babası Yakup peygambere gönderdiği bir gömlekten bahsedilir. Yakup peygamber, bunu yüzüne sürünce oğlunun ayrılığı ile ağlamaktan görmez olan gözleri açılır. Bu gömlekler, bir rivayete göre de, Cebrail'in, İbrahim Peygamber, Nemrut tarafından ateşe atıldığı zaman, Allah'ın emriyle cennetten getirip ona giydirdiği çok ince bir gömlektir. Bu gömlek İbrahim'den çocuklarına kalır, Yakup peygamber de onu bir muska içine koyarak gizlice oğlu Yusuf'un boynuna takar. Kardeşleri kıskançlıktan Yusuf'u kuyuya attıkları zaman da Cebrail, gömleği saklı olduğu muskadan çıkarıp ona giydirir.
Saray koleksiyonuNdaki en erken tarihli gömlek Fatih Sultan Mehmed'in şehzadesi Cem Sultan'a ait. Kitabesi de bulunan gömleğin yapımına 30 Mart 1477 Pazar gecesi güneş koç burcunda, 19 derecede iken saat 3'ü 57 dakika geçerek başlandığı ve 29 Mart 1480 Salı gecesi güneş yine koç burcunda 19 derecede iken saat 12'yi 36 dakika geçe bitirildiği yazılı. Gömlek için bu kadar açık bir tarih verilmesi burçların insan üzerinde ne kadar etkili olduğuna inanıldığını gösteriyor.
*Eşref Saati'nde yazılan gömlekler* Bu örnekten de anlaşılacağı üzere gömleklerin yazımına müneccim denilen günümüz astrologlarının tespit ettiği tarihe göre başlanılmış. İlm-i nücum (yıldız bilimi) ile uğraşan müneccimler başvurulan bir iş için "eşref saat" denilen uğurlu saati tespit edip işin bu saatte yapılmasını önerirlermiş."Eşref saati" sadrazama sadaret mührünün verilmesi, harp ilânı gibi çok ciddi konulardan ziyaret saatinin seçimine kadar her konuda uygulanıyormuş.
Gömlekler üzerinde yazılar genellikle geometrik şekiller içine yazılmış.Bununla beraber hiçbir geometrik bölünme olmadan düz satırlar halinde zemine de yazılmış. Gömlek yüzeyine kare, dikdörtgen, baklava, daire, yarım daire, üçgen şekilleri çiziliyor, içleri ayrıca karelere bölünerek içine vefk (rakamlar) ve cifr (harfler) yazılıyormuş. Ebced hesabına göre Arap alfabesindeki her harfin sayısal olarak bir değeri vardır. Harflerin dizilişine göre hesap edilerek Kur'an'ın istenilen ayeti gizemli bir şekilde ifade edilmiş. Kur'an sûrelerinden başka gömleklerde İlahi kudrete sahip olduğuna inanılan Esmaü'l-Hüsna (Allah'ın 99 adı), dört meleğin adı (Mikail, Cebrail, Azrail, İsrafil), Hz. Muhammed'in hilye-i şerifi (tasviri), nübüvvet mührü (peygamberlik işareti) hadisleri, onun için yazılan Kaside-i Bürde, Hz. Ali'nin eşkali, şiirler, dualar, istek ve yakarışlar yer alıyor. Bazen enseye, bazen etek ucuna, bazen kâğıt etiket gömleğin ait olduğu sultanın adı, tarih ve usta adı da yazılı.
Tılsımlı gömleklerin kimin tarafından hazırlandığı ise tam bir sır. Ne yazık ki bu gömlekleri hazırlayanlar tarih sayfasında -birisi hariç- meçhule karışmış. Ancak gömlekler üzerindeki simgelerden yola çıkılarak bazı tahminlerde bulunulabiliniyor. Örneğin, bazı gömleklerde akrep motifi dikkati çekiyor. Halk arasında akrep efsunu olarak bilinen, yılan ve akrep gibi sürüngenlerin sokmasına karşı, onların uyutulup zararsız hale getirildiği inancı vardır. Bu efsunu en iyi yapanların Rufai tarikatı şeyhleri ve mensupları olduğu bilinir. Nitekim Rufai şeyhlerinin türbelerinin tasvirlerinde bu sürüngenler mutlaka yer alıyor. Yılan, akrep gibi hayvanların sokmasına karşı koruduğuna inanılan bu yazılı gömleklerin, Rufai şeyhleri tarafından hazırlandığı zannediliyor. Yine Konya ve Edirne Mevlevî şeyhlerinden Sinan Dede'nin bazı padişahlara gömlek hazırladığı biliniyor. Bunlar sırasıyla II. Bayezid, I. Selim, I. Süleyman, II. Selim ve III. Murad. Özellikle I. Selim, İran seferine giderken hayır duasını almış.
*Sûrelerin hâdimleri var* 'Şifalı Gömlekler' adlı kitapta gömleklerde yer alan duaların açılımlarını içeren bir bölüm mevcut. Dualar Dr. Murat Sülün tarafından kaleme alınmış. Dr. Sülün, 'Kur'an-ı Kerim'in görünür yüzünden başka, herkesin bilemeyeceği bir başka vechesinin daha olduğu kabûlüdür.' diyerek söze başlıyor. Sülün'e göre, hecâ harflerinin, Hurûf-i Mukatta'a'nın, Besmele'nin, Kelime-i Tevhîd'in, Esmâü'l-Hüsnâ'nın birtakım hâssa ve sırları olduğuna, ayrıca âyetlerin, Esmâü'l-Hüsnâ'nın ve sûrelerin 'hâdim'leri -hizmetkârları- olduğuna inanılıyor. Bunun temelinde de harflerle kozmos arasında bir ilişki olduğu inancı yatıyor. Böylece, Kur'an pasajlarına zâhirî mânaları dışında birtakım özellikler (havâss) yüklenmiş ve Kur'an'daki harf ve cümlelerin belli sayılarda ve bir sıra dâhilinde okunması ya da yazılması durumunda istenen her sonucun alınacağına inanılmış ve bu inanç zamanla sistemleştirilmiş. Esmâü'l-Hüsnâ, Hurûf-i Mukatta'a, Besmele, Âyete'l-Kürsî, Nûr âyeti, Nazar âyeti, Fâtiha, İhlâs, Mu'avvizeteyn, Haşr, Bakara, Yâsîn, Vâkı'a başta olmak üzere, istenen şeyle anlam yakınlığı bulunan pasajlar, çeşitli kombinasyonlar haline getirilerek korktuğu birinden emin olmak, düşman silâhını etkisizleştirmek, psikolojik rahatsızlıklardan kurtulmak, cinlerle temas kurup bunları istihdam etmek... Kısaca; yaşanılan maddî-manevî her tür sıkıntıdan kurtulmak ve herhangi bir hâcetin gerçekleşmesi için okunup yazılır olmuş.